ŞİDDET KÜLTÜRÜ VE KİMLİK SORUNU
Mustafa Elveren–(Em.öğrt.)
Bu güne kadar insan hak ve özgürlüklerini savunmak tekçi sistem tarafından “bölücülük, yıkıcılık” olarak görülmüş, savunucuları ise hep cezalandırılmıştır. Yani; insan hak ve özgürlükleri çerçevesinde Kürt-Kızılbaş-Komünist kimliğini savunmak ülkemizde suç sayılmıştır.
Maalesef bu gün de aynı zihniyet devam etmektedir.
Hala bazı ahmak kişiler hatta akademik unvana sahip kimi akademisyenler tarafından bile şu klasik soru sürekli olarak bize sorulmaktadır. “Yahu! Benimle bir Kürt vatandaşım arasında hiçbir fark yoktur. O da bu ülkede benim kadar tüm haklara sahiptir. Bizim aramızda
ayırım yapanlar ihanet içindeler...”
Bu tür kişilere cevap olarak; ”Bir an kendini Kuzey Irak’taki Kürdistan Federe Yönetimi’nin ya da kurulmuş bir Kürdistan Devleti’nde yaşadığını farz et. Her sabah ‘Ey Raqip Marşı’ni Kürtçe söyletip, “Kürdüm! Doğruyum…” şeklinde bir de yemin ettirirlerse, Türkçe tüm
müzik, yazı, konuşmaları da yasaklasalar, hatta dini inancını da kendi inançlarına uydursalar, o zaman da bir Türk olarak kendini Kürtlerle eşit sayıyor musun?” Bu şekilde tavır koyduğunuz zaman, “Benim Kürt vatandaşımla hiçbir ayrıcalığım yoktur” diyen karşınızdaki kişi eğer bilinçsiz ise, hemen yüzünün kızardığını fark edeceksiniz. Ancak, yüzsüz
biri ve sizi dişine göre bululmuşsa, o zaman da yumruklarını kullanmaya başlayacaktır. Bu yazdıklarım hayal ürünü olmayıp, bu güne kadar sürekli yaşadığımız örneklerdir.
Halbuki, halklar ve bireyler yaşadığı ortamda kendi kimliklerini, inançlarını ve siyasi çizgilerini koruyarak eşit ve özgür şartlarda birlikte yaşamaları mümkündür. İnsanlar kendi kimliklerini ve inançlarını gizlemeden devletin tüm kademelerinde görev yapabilmelidir.
Dünya’da bunun birçok örneği de vardır. Eşit ve özgür şartlarda birlikte yaşamak var iken, neden bir kimliği ya da inancı diğerinden daha üstün gösterip, halkları birbirine düşman ettiriyorlar?
Ben öğretmenlik görevim dışında ayrıca 9 yıl (1973-82) mülga Ticaret Bakanlığı Hukuk İşleri Müşavirliği Bürosu'nda görev yapsam da, tüm bu görevleri kendi kimliğimle değil, Türk kimliği ile yapmak durumunda kaldım. Aksi halde; Sevgili İsmail Beşikçi’nin deyimiyle, beni
“tuvalet bekçisi” bile yapmazlardı.
Yıllardır yapılan ve bu gün de hala devam eden tüm baskı ve sindirmelere rağmen, Türkiye’nin bölünmesinden yana değil, tam tersine demokratik bir Türkiye için halkların birlikteliğini savundum ve savunmaya devam edeceğim. Çünkü, kurtuluşun bölünmede değil, birliktelikte
olduğuna inanıyorum. Eğer bu inancımı yitirirsem, o zaman bölünmeyi de savunabilirim.
Geçmişe baktığımızda; Osmanlı’dan Cumhuriyet sistemine aktarılan dinde de, ırkta da hep şiddet kültürünü görmekteyiz. O gün de bu gün de değişen pek önemli bir şey yoktur. Şeyhülislam'ın yerine Diyanet İşleri Başkanlığı fetvalar vermektedir. Her iki kurum da Alevileri
yok saymaktadır. Her iki kurum da Alevilerin meşru direnişlerini "katli vaciptir" fetvasını çıkararak şiddet kültürünü benimsemişlerdir.
Ne yazık ki, bu gün de ülkemizde her gün onlarca cinayet, tecavüz, darp, tehdit ve benzeri çok boyutlu bir şiddet kültürünün geliştiğini ibretle izlemekteyiz. Bu kadar rezalet yaşanmaktayken, bir de 12 Eylül öncesinde olduğu gibi üniversitelerde okuyan gençlerimizi yine
birbirine kırdırtmaya çalışmaktadırlar. Bu günlerde Muğla’da yaşanan öğrenci olaylar çok düşündürücüdür.
Ancak, bu güne kadar hükümet henüz tatmin edici bir açıklama yapmamıştır. Eğer hükümet bu olaylarda taraflı hareket etmeye devam ederse, ya da emrindeki kolluk güçlerini tarafsızlaştıramazsa, hem kendi sonunu hazırlayacağı gibi, hem de gelecekte önlenemez daha vahim
olaylar yaşanabilir. Umarım hükümet bu ahmaklığa düşmez.
Şiddet kültürünün gelişmesindeki önemli bir faktör de şudur; Kafasını ve kalemini çalıştıramayanlar yumruklarını çalıştırıyorlar. Oysa, çağımızda yumruklar hiçbir işe yaramaz. Çağımızın en etkili yöntemin kalem olduğunu düşünüyorum. (Aslında silah sözcüğünden nefret
ediyorum, o nedenle silah yerine yöntem sözcüğünü kullandım)
Genelde Dünya’da özelde ise Türkiye’de dili yasaklanan ve ezilen ulusların, halkların özgür ve eşit şartlarda birlikte yaşamalarını kolaylaştıran evrensel demokrasi çerçevesinde “Demokratik Cumhuriyet”in inşası için mücadele etmekteyim.
Kavgasız, silahsız, şiddetten uzak olarak halklarımızın barış içinde dostça birlikte yaşadığı yeni bir Dünya yaratabiliriz. Bu aynı zamanda benim dileğimdir.
16.05.2010
Mustafa Elveren
E-Posta: mustafaelveren@gmail.com
Web : www.gomanweb.com
16.05.2010 / Gomanweb
E-POSTA İLE GELEN YORUM VE ELEŞTİRİLER
ŞİDDET KÜLTÜRÜ ve
HIRSIZ TEDİRGİNLİĞİ SENDROMU
Mihrac Ural
17 Mayıs 2010
“Şiddet Kültürü ve Kimlik Sorunu” makalesinde Mustafa Elveren hoca bir kez daha önemli belirlemeler yapmış (www.gomanweb.com ).
Tarihin karanlık sayfalarından çıkıp gelmiş haliyle, farklılıkların ötekileştirilmesinde şiddet kültürünün rolü üzerinde durmuş, önemli mesajları kısa ve öz bir
anlatımla dile getirmiş.
İnsan hak ve özgürlüklerinin savunulması bile farklılık olarak algılanarak “tekçi sistem tarafından “bölücülük, yıkıcılık” olarak görülmüş, savunucuları ise
hep cezalandırılmıştır.”
Kendi adıma, bu konuda yazdıklarımla, bu aklın arka planında yer alan temel olguları izah etmeye çalıştık.
Özetle, hırsız tedirginliği kompleksi diye niteleyebileceğimiz bir gerçekle karşı karşıya kaldığımızı gördük. Orta-Asya’dan batıya doğru sür git, talan ve
istilalarla at başı giden bir sosyal yaşam düzeneğinin gelip tıkandığı yerde, önceki halkların anavatan haline getirdikleri topraklarda kendine bir tarih ve yer edinmekle yüz yüzü kalmıştır. II. Viyana kuşatması (1683) sonuçsuz kalıp batıya yürüyüş tıkanınca, gerisin geriye gitmenin de mümkünü olmayınca eldeki topraklar üzerinde yerleşmenin
kaçınılmaz olduğu açığa çıkmıştır.
Başkasına ait anavatan üzerinde gerçekleşen bir konumlanış. Sorunlarıyla bu güne kadar gelmiştir.
Önceki halkların, tarıma, yaşama ilk kez açarak doğal ortamı insan topluluklarının ortak yaşam coğrafyası haline getirdikleri topraklar, bir istilacı dış güç
tarafından ele geçirilmesi, o toprakları gerçek anavatan haline getiremiyor. Özellikle bu doğal coğrafyayı insan topluluklarının yaşamına uygun hale getiren halkların, bu topraklarda yaşamaya devam ettiği bir koşulda bu mümkün olmuyor.
Kanlı kılıç darbeleri ve at nallarının altında halkları ezmek, topraklarını istila etmek mümkündür. Bunun sonucu “kılıç hakkı” diye onları siyasi hükümranlık
altına almak da mümkün. Ancak bu, o toprakları anavatan edinmek için yeterli değildir; bunun için aynı toprakları yaşamın devamı için bir üretim kaynağı olarak işlemeyi ve üzerinde önceden var olan her etnik, inanç topluluklarını kültürel özgürlükleriyle komşu olarak algılamayı, hak sahibi olarak görmeyi de gerektirir. Fethedilmiş toprakları,
üzerinde kadim yaşamlarıyla var olan topluluklara, bitip tükenmeyen acıları dayatarak yeniden fethetmekle bir sonuç elde etmek mümkün değildir. Bu gün yüz yüze kaldığımız, hükümranların olmazsa olmaz koşulu haline gelen ve mahkumların bir kader gibi sırtlarına binen şiddet kültürünün kaynağında da bu var.
Anavatan edinmek, doğal toprakları ziraata, yaşama açmak ve bunu sürdürmekle ilgilidir; bu süreçte bir kültür birikimi yapmaktır da. İşte bunu
gerçekleştiremeyenler, talan ve gaspla, haraç ve soygunla hükümranlıkları altına aldıkları toprakları her defasında yeniden fethetmek zorunda kalırlar. Kesilmeden süren bu yaşam tarzı, üzerinde hüküm sürdüğü toprakların gaspçısı olarak, kendine özgün bir akıl da üretir. Bu akıl, hükmü altında yaşayan her şeyi farklı ve düşman olarak algılar.
Kendine ait olmayan mülk üzerinde, hırsız tedirginliğiyle yaşarlar. En doğal davranışları bile düşmanlık belirtisi olarak algılarlar. Gerginlik içinde her kesi ve her şeyi düşman görür, savaş psikolojisiyle imha etmeyi amaçlar. Anadolu işte bu tedirginliğin esiri olarak, yüz yıllardır acı içinde, yerli halkın kıyım ve ölümüyle yüz yüze kalmıştır.
Osmanlı aklı budur, ittihatçı darbeci akıl da, Cumhuriyetteki Osmanlı da budur…
Ortaçağın karanlık dönemlerinden bu güne, en aklıselim gibi görünen, kültürlü, aydın hatta bilim adamı da olsa bu tedirginliği, bu dengesiz ve bir o kadar
pervasız vahşetin nedenini anlamakta yetersiz kalabilir. Daha da ötesi, farklılıkların, insan hakları ve özgürlük anlayışlarını kavramakta yetersiz olabilir. İzah edemediği konuları da hep bir dış güce bağlayarak “kökü dışarıda” diyerek demagojiye sarılabilir. Oysa bütün mesele bu aklın kendisinin kökü dışarıda olmasındandır. Kavranamayan da tas
tamam budur.
Mustafa Elveren hoca makalesinde, anlaşılabilir bir örnekle bu akıllara empati yapın diyor. Bir an kendinizi Kuzey Irak Kürdistan Federe yönetimi altında yaşıyor
diye düşünün diyerek, dilinizin, kültürünüzün, inançlarınızın, kolektif kimlik haklarınızın olmaması nedeniyle sıkıntılarınızı bilince çıkarın diyor. Herkes farklılıkları anlamaya, düşmanlığı aşmaya, insan hakları denilen taleplerin doğal olduğuna ve bunun nedenleri arasında, zor araçlarıyla elde ettikleri hükümranlığı kullananların akıl
sistemlerindeki yanlışa işaret ediyor. Bunu aşmak için de birliğe, karşılıklı anlayışa davet ediyor.
Bunun için, farklılıkları ötekileştirmeden, ayrı varlıkları gerçeklikleriyle, üzerinde hüküm sürülen topraklarda hakimden de eski olan yerlilikleriyle ortak
yaşamın ayrılmaz bir parçası olduklarını bilince çıkarmak gerek.
Bu toprakları tarihte yaşama ilk kez açanların, kendi anavatanları üzerinde kolektif kimlikleriyle, ona ait inanç ve kültür etkinlikleriyle yaşama hakları
olduğunu bilmek gerek.
Sonradan da gelse, bu coğrafyada başkaları tarafından yaşama açılmış topraklarda kendine anavatan edinmek isteyenleri, “kılıç hakkı” zoruyla komşu olarak
kabullenen yerli halkların haklarını görmezden gelmemek gerek. Özellikle ortaçağ karanlıklarının en zalim baskı dönemlerinde, daha ileri bir kültürle asimile edilememiş olan yerli halkların süren toplu yaşamlarını ve bunun sonuçları olan kültürel birikimlerini algılama yükümlülüğü göstermek gerek.
Tek ulusçu yaklaşımın, tek boyutlu ilkel akılıyla bir yere varmanın mümkünü yoktur. Tarihin tüm kasvetli süreçlerini aşarak bugüne, erimeden, kendini ve kimliğini
koruyarak gelen etnik ve inanç topluluğu, ötekileştirilemez bir gerçek olduğunun teslim edilmesi gerek.
Hükümranlığı altına zorla aldığı topraklarda, yerli halkla komşu olarak, ortak bir anavatanda yaşamak ve gelecek kuşaklara güvenliği, toplumsal barışı miras
olarak bırakmak için tarihle cesurca yüzleşmek önümüzde duran en önemli aşamadır. Gasp ve talanın ürünü olan hırsız tedirginliği sendromunu aşmanın yolu da buradan geçer.
Farklılıkların göreli olduğunu, her farklıya göre bizlerinde farklı olduğunu bilmemiz gerek. Varlıkların, ayrı birer varlık olarak yaşam hakları, kendi
varlığımızın gerekleriyle aynı haklara sahip olduğuyla açıklanabilir. Bunlar bilinmeden, ne kimlik bunalımından ne de kaoslardan kurtulmanın yolu yoktur.
Gerginliği besleyen yanlışları aşmak için, kendimizi başkaların yerine koymayı başarmamız zorunludur. Bu ülkenin birimize değil hepimize ait olduğu gerçeğini
kavramak bu açıdan bir sorumluluktur, bir yükümlülüktür.
Bu noktada sol için söylenmesi gereken, milliyetçiliğinizi aşmadan üzerinde yaşadığınız toprakları özgürleştirmeniz, demokrasiyi ikame etmenizin bir yolu
bulunmamaktadır. Farklılıkların özgün ve özgür örgütlenmesi bu açıdan tek boyutu örgütlenmelerden, tek boyutlu akıl ve doğrulardan daha doğru ve daha güçlüdür. Önemli olan farklılıkların uyumlu bir mücadele süreci içinde olmasıdır; omuz omuza hak ve talepler için yürümesidir. Tek çatı, tek yol, tek hedef, tek.. tekçi akıl çağ dışıdır, birleştirici
değil, özgürlüğü kısıtlayıcı ve bölücüdür.
Sol, milliyetçiliği aşmadan, ortak ülkemizde şiddet kültürünü besleyen kaynaklardan biri olmaya mahkumdur. Bunun için ısrarla tarihimizle cesurca yüzleşmeye
ihtiyacımız var diyoruz.
Mustafa Elveren hoca, bir hümanist olarak, silaha, savaşa ve şiddetle karşıdır. İnsancıldır. Yazısında bunu dile getirirken, özgürlük için mücadelenin nelere
zorlandığını da bilince çıkartmıştır. Haksızlık altında inleyen insan topluluklarının, tıkanan özgürlük yollarını açmak için zorla sürüklendikleri mücadelede yöntemlerinin de aynı nedenle gündeme geldiğine işaret ediyor.
Sözlerini de hepimiz adına şöyle bağlıyor; Kavgasız, silahsız, şiddetten uzak olarak halklarımızın barış içinde dostça birlikte yaşadığı yeni bir Dünya
yaratabiliriz. Bu aynı zamanda benim dileğimdir.”
Bu söze sözümü ekliyorum. Hepimiz için ortak vatan olan bu ülkede, barışa bir kez daha bin kez daha davetimizi ilan ediyoruz.
17.05.2010 / Gomanweb |