MUSTAFA ELVEREN (EM. ÖĞRT.)-HUKUKSUZLUK, İDDİANAME VE SAVUNMA Halen Tunceli’de yayınını sürdüren TUNCELİ EMEK GAZETESİ’nde yayınlanan yazılarımdan dolayı bu güne kadar üç tanesi ile ilgili olarak Tunceli Cumhuriyet Savcılığı tarafından hakkımda soruşturma başlatıldı. Bu makalelerden “MUNZUR FESTİVALİN’DE MAZLUM DOĞAN UNUTULMAMALIDIR” başlıklı yazı mahkeme safhasına dönüştü ve “Suçu ve suçluyu övmek” gerekçesiyle aleyhimde K.H. davası açılmış bulunmaktadır.
Sövmenin suç olduğunu anlayabiliyorum da, övmenin suç olmasını anlamak mümkün değildir. Yani biri 72, biri de 28 yıl önce yaşanmış iki olayın baş kahramanlarını anmak, onları övmek ne yazık ki ülkemiz Türkiye’de yasal olarak suç sayılmaktadır. (BK.26, TCK.215/1,53)
Dersim Direnişi’nin önderi Pirim Seyit Rıza ve özelde Dersim’de genelde ise, Ortadoğu’daki Kürt halkının Newroz ateşi sembolü haline dönüşen Sevgili Mazlum Doğan’a “Eşkıya, şaki, terörist” diyenlerin aksine ben bu seyidlerimi tıpkı Pir Sultan, Hallacı Mansur, Deniz, Mahir, İbo, Nazım ve… Ahmet Kaya’ya yapılanlar gibi görüyorum. Birilerinin bu kahramanlara “eşkıya, terörist” dediğini ben demek zorunda mıyım? Senin eşkıya dediğini ben kahraman olarak nitelendirebilirim. Övme diye bir suç çağı dışıdır. Böylesi saçma yasalar ancak Türkiye’de olur herhalde!
Karakoldaki ifadelerimde de, mahkeme safhasındaki savunmamda da yazdıklarımın arkasında olduğumu belirtim. Bu konuda Fikret Başkaya, Haluk Gerger, İsmail Beşikçi, Temel Demirer ve isimleri buraya sığmayacak kadar yüzlerce yazar ve bilim insanı bedel ödemiştir. Ben de bu dostlar gibi hisseme düşen bedeli ödemeye hazırım. Ancak, AİHM’in bu konuda verdiği ve bundan sonra vereceği kararları Türkiye’de hukuksuzluğun ne durumda olduğunun da bir göstergesidir.
Şu anda onlarca gazeteci ve yazar düşüncelerini yazdıkları için zindanlara konulmuşlardır. O kadar çok hukuksuzluk yaşanıyor ki, 19 Aralık 2010 günü Maraş Katliamı yıl dönümü için Maraş’ta mitinge izin verilmiyor. Yıl dönümü nedeniyle Türkiye’ye giriş yapan AABF Genel Başkanı Sayın Turgut Öker uçaktan iner inmez havaalanında gözaltına alınıyor.
Diğer taraftan Devlet destekli bilinen güçler tarafından kaybedilen yakınlarının akıbetini araştırmak için yıllardır her hafta Cumartesi günü oturma eylemi yapan ve “Cumartesi Anneleri” olarak adlandırılanlar 25 Aralık 2010 Cumartesi günü Galatasaray’da 300. Kez oturacaklardır. Talepleri ise; gözaltında kaybedilen evlatlarının, eşlerinin, kardeşlerinin, anne ve babalarının akıbetlerinin açıklanması, sorumlularının yargılanması. İstanbul’un çok uzağında olduğum için ne yazık ki bu kutsal mücadeleye katılamıyorum. Onun için bu kutsal annelerin beni bağışlamalarını diliyor, demokrasi mücadelesi bizim en acil ve öncelikli gündemimiz olmalıdır, diyorum.
Konuyu daha çok uzatmak istemiyorum. Çünki; ekleriyle birlikte 16 sayfalık bir savunmayı ilgili mahkemeye teslim ettim. Bu uzun savunmada bana katkı sunan sevgili Temel Demirer’e şükranlarımı iletirim. Savunmanın 14 sayfalık (iki ek hariç) bölümü ve iddianamenin birer örneğini yayınlanması dileğiyle bir çok basın-yayın kuruluşlarına gönderdim ve ayrıca sizlerle de paylaşmak istiyorum. Tarihin bizi haklı çıkaracağına şüphem yoktur. 18.12.2010
MUSTAFA ELVEREN – mustafaelveren@gmail.com
NOT: Tunceli Cumhuriyet Savcılığı’nın hakkımda başlattığı üç soruşturma dosyasından mahkeme sürecine girmiş olan “MUNZUR FESTİVALİN’DE MAZLUM DOĞAN UNUTULMAMALIDIR” başlıklı yazımla ilgili İDDİANAME ve bu iddianameye karşı yapmış olduğum SAVUNMA örneği aşağıya kopyalanmıştır.
İ D D İ A N A M E
T.C.
TUNCELİ
CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI
Soruşturma No : 2010 / 1389
Esas No : 2010 / 624
İddianame No : 2010 / 190
İ D D İ A N A M E
TUNCELİ ASLİYE CEZA MAHKEMESİNE
DAVACI : K.H.
ŞÜPHELİ : MUSTAFA ELVEREN, ZÜLFÜ oğlu FADİME’den olma. 08/03/1952 doğumlu, TUNCELİ ili, MAZGİRT ilçesi, YAŞAROĞLU köy/mahallesi, 83 cilt, 26 aile sıra no, 15 sıra no’da nüfusa kayıtlı…
SUÇ : Suçu ve Suçluyu Övmek
SUÇ TARİHİ VE YERİ : 19/07/2010 TUNCELİ / MERKEZ
SEVK MADDESİ : Basın Kanunu 26. Türk Ceza Kanunu 215/1, 53
DELİLLER : 19/07/2010 tarihli Tunceli Emek Gazetesi, nüfus ve sabıka kayıtları
SORUŞTURMA EVRAKI İNCELENDİ
Şüphelinin Tunceli Emek Gazetesinde köşe yazarı olduğu, gazetenin 19/07/2010 tarihli 1389 sayılı nüshasının 3 sayfasında “Munzur festivalinde Mazlum Doğan unutulmamalıdır” başlıklı yazısında 5. Paragrafta; “Pirim Seyit Rıza ve Mazlum Doğan mücadelesi olmasaydı, belki de bu gün Dersim Kürtler diye bir halk olmayacaktı. O nedenle bu festivalde Pirim Seyit Rıza’nın yanında sevgili Mazlum Doğan unutulmamalıdır”, 9. Paragrafta; “Geçmişten bu güne kadar elbette TKP, TİP, SHP, DEP İTTİFAKI, DEHAP gibi bir takım siyasi çizgilerim olmuştur. Bunlarla birlikte KÜRT-KIZILBAŞ-KOMÜNİST kimliklerimi de hiçbir zaman inkar etmedim ve bu kimliklerimi de hala savunuyorum. Ancak, hiçbir zaman CHP ve benzer çizgide (ittifaklar hariç) olmadım”, 10. Paragrafta “Mazlum Doğan’ın hem köylüm ve hem de ilkokul arkadaşım olmasını bir yana bırakıyorum. Sevgili Mazlum Doğan’ın seyitliğinin, sosyalist kişiliğinin önemini ve daha birçok özelliklerini iyi biliyorum. Böylesi sosyalist bir önder sadece bir örgütün kurucusu olarak dar çerçevede değerlendirilmemelidir. Zaten böyle bir çerçeveye sığmayacak kadar da büyüktür”, 11. Paragrafta; “Pirim Seyit Rızaya “eşkıya” Sevgili Mazlum Doğan’a “terörist” diyenler çok yanılıyorlar. Bu yalan ve yanlış söylemlerinden dolayı bir gün çok utanacaklardır. Fakat iş işten geçmiş olacaktır”, 12. Paragrafta “Munzur Kültür ve Doğa Festivali’nin yapacağı etkinlikler çerçevesinde Mazlum Doğan’ın unutulmamasını hatırlatıyor, bu vesileyle iki önder seyidimizi saygıyla anıyor, festivalin başarılı geçmesini diliyorum” ibarelerinin yer aldığı yazının bulunduğu,
Şüphelinin savunmasının tespiti için Antalya Cumhuriyet Başsavcılığına talimat yazıldığı, ancak 5187 Sayılı Yasanın öngördüğü sürenin bitimine rağmen savunması tespit edilemediği bu nedenle savunması alınmaksızın kamu davası açıldığı,
Şüphelinin savunmasının anlatıldığı şekilde Seyit Rıza ve PKK terör örgütü kurucularından Mazlum DOĞAN’ı över mahiyette yazı yazarak üzerine atılı suçu ve suçluyu övme suçunu işlediği, bu nedenle mahkemenizde yargılamasının yapılarak TCK 215 maddesi uyarınca cezalandırılmasına, TCK 53 maddesi uyarınca hakkında güvenlik tedbirine hükmedilmesine karar verilmesi kamu adına talep ve iddia olunur. 20/09/2010
HALİL GÜLMÜŞ 107406
S A V U N M A
TUNCELİ ASLİYE CEZA MAHKEMESİ’NE GÖNDERİLMEK ÜZERE;
NÖBETÇİ ASLİYE CEZA HAKİMLİĞİNE
DOSYA ESAS NO. : 2010 / ……
SAVUNMALARINI SUNAN :
Mustafa Elveren, Zülfü oğlu Fadime’den olma 08/03/1952 doğumlu, Tunceli ili, Mazgirt ilçesi, yaşaroğlu köyü 83 cilt, 26 aile sıra no. 15 sıra no.da nüfusa kayıtlı…
DAVACI : K.H.
ATILI SUÇ : Basın Kanunu 26, Türk Ceza Kanunu 215/1, 53
DAVA KONUSU : Köşe yazarı olduğum Tunceli Emek Gazetesi’nde yayınlanan 19/07/2010 tarihli ve “MUNZUR FESTİVALİNDE MAZLUM DOĞAN UNUTULMAMALIDIR” başlıklı 12 paragraflık yazımdan dolayı Tunceli Cumhuriyet Savcılığı bu yazının 5 paragrafını alıntı yapmak suretiyle hakkımda hazırlamış olduğu İddianamede; ”Seyit Rıza PKK terör örgütü kurucularından Mazlum DOĞAN’ı över mahiyette yazı yazarak üzerine atılı suçu ve suçluyu övme suçunu işlediği..” gerekçesiyle Mahkemeniz tarafından hakkımda dava açılmıştır.(1)
SAVUNMALARIM:
KAVRAMLAR ÜZERİNE
“Taşı delen suyun kuvveti değil, damlaların sürekliliğidir.”[2]
“Bilim itaatsiz olana ihtiyaç duyar.”[3]
İfadeye otoriteryen bakış illetinden kurtulmak için öncelikle dava ile ilgili kavramlara dair birkaç not düşmek istiyorum...
Bilindiği gibi her davanın bir ucunda devlet ile “hukuk(suzluk)”u vardır.
Her türlü devlet kutsamalarını, şiddetle reddeden birisi olarak, devletin bir baskı aygıtı olduğunu, “hukuk(suzluk)”un da -nihai kertede- bu baskı aygıtının bir enstrümanı olduğunu düşünürüm.
Bu bağlamda da “devlet ve hukuk(suzluk)”u deyince Lao-Tse’nin, “Bir memlekette ne kadar çok yasa ve nizam varsa, orada o kadar da çok hırsıza ve hayduda rastlanır”; Aristoteales’in, “Tek istikrarlı devlet, tüm insanların yasa öncesinde eşit olduğu devlettir”; Jean Jacques Rousseau’nun, “Devlet büyüdükçe, özgürlük de o oranda küçülür”; Woodrow Wilson’un, “Çok fazla kanun, çok fazla devlet demektir. Çok fazla devlet de çok az bireysel hak ve özgürlük demektir.” “Özgürlük tarihi devletin gücünü artırmanın değil, aksine devletin güç ve yetkilerini sınırlamanın tarihidir”; John L.O’Sullivan’ın, “En iyi devlet, en az yöneten devlettir”; G. Warren Nutter’in, “Asıl sorun çok az değil, çok fazla devlettir,” uyarılarının büyük önem arz ettiği kanaatindeyim...
İnancım odur ki, insan(lar) devlet için olmamalıdır; ya da devlet insan(lar) için olmalıdır...
Buradan “hukuk(suzluk)” meselesine geçerken, anımsanıp/ anımsatılması gereken ilk şeyin “Hukukun kuvvetinin azaldığı yerde, kuvvetlinin hukuku geçerli olmaya başlar,” diyen Maurice Dueverger’in vurgusudur...
“Hukuk(suzluk)” dedik; devam edelim...[4] Örneğin bu konuda;
Euripides, “Kanunları zenginlerin çıkarı için yapıyorsunuz”...
Eflatun, “Her toplumda yönetim kimde ise, güçlü odur. Her yönetim, kanunlarını işine geldiği gibi koyar... Bu kanunları koyarken kendi işlerine gelen şeylerin, yönetilenler için de doğru olduğunu söylerler, kendi işlerine gelenlerden ayrılanları da kanuna, doğruluğa aykırı diye cezalandırırlar... Doğruluk her yerde birdir; yönetenin işine gelendir. Güç de yönetende olduğuna göre, düşünmesini bilen her adam bundan şu sonuca varır: Doğruluk güçlünün işine gelendir”...
Honoré de Balzac, “Kanunlar, büyük sineklerin delip geçtiği, küçüklerin de takılıp kaldığı, bir örümcek ağı gibidir”...
Anne Robert Jacques Turgot, “Yasaları her yerde güçlüler yaptı ve zayıfları ezdi”...
Oliver Goldsmith, “Yasalar fakiri ezer ve zenginler ise yasaları yönetir”...
Yıldırım Türker, “Suç ve cezayı örgütleyenler, kendi kefelerine ayarlı adalet terazilerini, nesnellik, tarafsızlık, olaya her yanıyla bakabilme ve benzeri yalanlarla cilalıyorlar. Adaletin de mülkiyetin de nasıl dağıtıldığını iyi biliyoruz oysa...”[5]
Gottfried Benn, “Bana öyle geliyor ki, korkusuz bir insanın çıkıp öbür insanlara şu yalın gerçeği öğretmesi kadar devrimci bir davranış olamaz: Sen neysen osun ve hiç bir zaman başka türlü olamayacaksın; senin hayatın budur, hep buydu, hep bu olacaktır. Parası olan çok yaşar; sözünü geçirebilen bir yanlış yapmaz; güçlü olan doğrunun ne olduğuna karar verir. Tarih budur! Ecce historia!” der(ler)ken bunları bütünlercesine Martin Luther King, “İnsanın adil olmayan yasalara karşı gelme ve itaat etmeme gibi bir sorumluluğu olmalıdır,” der; ve Henry David Thoreau da ekler: “Adil olmayan yasalar mevcuttur: Onlara itaat etmekle yetinelim mi, yoksa bu yasaları değiştirinceye kadar onlara itaat mı edelim, yoksa bu yasaları ihlâl mi edelim? Bu tür bir devlet yönetimi altında insanlar genellikle çoğunluğu ikna edinceye kadar beklemek gerektiğine inanırlar. Eğer yasalara karşı gelirlerse, çözümün mevcut kötülükten daha kötü olacağını düşünürler. Fakat bilinmelidir ki devletin kendisi çözüm olarak mevcut kötülükten daha kötüdür”...
Bunlardan çıkarttığım sonuç ise şudur:
“Sivil itaatsizlik”, “eleştiri”, “itiraz” yurttaş olmanın “olmazsa olmazı”dır.
Bunun içindir ki, toplumdan ve bireyden daima susmasını istemeyin, beklemeyin, dayatmayın...
Hukuk toplumsal vicdanını esas alacaksa ve toplumsal yapının değerlerine sırtını dönmeyecekse, her vicdani muhakemenin “yasa” kapsamında olması ve değerlendirilmesi gerekmez...
Bunun böyle olmasını, yazılı yasalardan bağımsız olarak, “Hak ve Adalet” kapsamında insan olmanın doğal hukuku elzem ve kaçınılmaz kılar...
Hukuk var olacaksa, adil olmalıdır...
İşte tam da bunun için Anatole France, “Adalet ancak hakikâtten doğabilir”; İhering, “Adaletin hedef ve gayesi eşitliği sağlamaktır”; Montaigne, “Adaletin yasalarında bile mutlaka adaletsiz maddeler vardır”; Amyot, “Adaletin hâkim olduğu yerde silahın yeri yoktur”; Aristotales, “Zayıf, daima adalet ve eşitlik ister, hâlbuki bunlar kuvvetlinin umurunda bile değildir”; Herakleitos, “Adaletsizliği bir yangından daha çabuk önlemeliyiz”; Montesquieu, “Bir rejim, halkın adalete inanmaz bir hâle geldiği noktaya gelince o rejim mahkûm olmuştur,” der...
Bu uyarıların tümü, belki de adalet denen şeyin neden adil olması gerektiğinin “hülasası”dır da!
“Adil olma”nın kaçınılmazı “Haklı ve Haklıdan yana olmak”tır...
Hayır, adalet asla, Ziya Gökalp’in, “Hak yok, vazife vardır,” despotizmine yaslamaz...
Montesquieu’nün ifadesiyle, “Bir tek kişiye yapılan bir haksızlık, bütün topluma yapılan bir tehdit”ken; “Hak bellediğin yolda yalnızda olsan gideceksin,” diyen Tevfik Fikret’in uyarısı göz ardı edilmeyecektir ve edilmemelidir de...
Semavi inançlarım olmasa da “hak” konusunda; “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır,” diyen Hz. Muhammed’in ve Hz. Ali’nin şu uyarısını zikretmeden geçmemem mümkün olamaz: “Haksızlara baş kaldırmayanlar, onlardan gelecek her kötülüğe katlanmalıdır.” “Haksızlık önünde eğilmeyiniz, çünkü hakkınızla beraber şerefinizi de kaybedersiniz...”
Davaya dair temel kavramlara ilişkin “Te’vil”siz, yani “sözü çevirme, söze ayrı mânâ vermeye kalkışma”dan diyeceklerim bunlar.
Bunlarla bağıntılı “düşünce ve ifade özgürlüğü” alt başlığına gelince...
DÜŞÜNCE VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ
“Kendisini başkalarının kurtarmasını bekleyen kişiler yalnızca kölelerdir.”[6]
Genel kanı, kimsenin müdahalesi olmadan her ferdin istediğini düşünme hakkı bulunduğuna ve bu hakkın korunması gerektiğine, düşünce özgürlüğünün kimseye duyurulmadan sadece beyinde kalan bir soyut işlem olmayıp, açıklama, ifade, tartışma, yayınlama özgürlüğünü de beraberinde getirdiğine dair bir temel uzlaşma ilkesi olduğudur...
Ama Türkiye’de düşünce ifade özgürlüğünü savunmak hâlâ kolay değil.
Oysa ‘İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde ilan edilen bu özgürlük, birçok ülkenin kabul ettiği haktır.
Örneğin ‘International Covenant on Civil and Political Rights/ Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin 19’uncu maddesi şunu der:
“Herkes engel olmaksızın fikirlere sahip olmalıdır.
Herkesin ifade özgürlüğü hakkı olmalıdır; bu hak, her türlü bilgi ve fikirleri sınır olmaksızın, sözlü, yazılı, basılmış, sanat veyahutta herhangi dilediği bir medya ortamıyla öğrenme, alma ve verme hakkıdır.”
Ayrıca Fransa’da 26 Ağustos, 1789’da yayınlanan ‘İnsan ve Vatandaş Hakları Beyannamesi’nin 11’inci maddesinde de şunlar kayıtlıdır:
“Düşüncelerin ve fikirlerin özgürce paylaşılması; insanın en mühim haklarından biridir: her vatandaş özgürce konuşmalı, yazmalı ve yayımlamalı; muhafaza etmeli (gerekliyse) kanunların sunduğu olanaklarda özgürlüğünün çiğnenmesine cevap vermelidir.”
Bunlardan coğrafyamıza dönersek: Türkiye’de İfade Özgürlüğü konusunda; kanunlar çatışmaktadır. Anayasa’nın bir kanunu insanlara fikir özgürlüğü sunarken, başka bir bendi veya ceza kanununun başka bir kanunu buna izin vermez...
Ancak, nasıl ve hangi “gerekçe”yle olursa olsun, düşünce ve ifade özgürlüğü “suç” değildir ve kısıtlanamaz!
Çünkü “Düşünceyi açıklama özgürlüğü, belirli bir düşüncenin açıklanması ve açıklanan düşünce etrafında örgütlenilmesi hakkının kullanılması hakkıdır: Salt düşünce, kişinin iç dünyası ile ilgili bir olgudur. Kişinin ‘düşünmek’ yeteneğinin sınırlandırılması veya engellenmesi düşünülemez ve esasen olanağı da yoktur. Düşünce özgürlüğü açıklanabilen düşünce için söz konusu olduğuna göre ‘düşünce özgürlüğü’ deyimi düşüncenin açıklanabilmesi olanağını da kapsar. Bu açıdandır ki, ‘düşünce özgürlüğü’, düşüncenin bireysel veya kitle iletişim araçlarıyla, toplantılara, gösteri yürüyüşleriyle, demokratik kitle örgütleri aracılığıyla açıklanması olanağı sağlandığında gerçekleşebilir…
Kişiler, gerçekleri öğrenmek, bilgilenmek olanağına kavuşabilirler. Bu olanağın sağlanması ise, kişilerin sağlıklı siyasal tercihlerde bulunarak, demokrasiye işlerlik kazandırmalarının vazgeçilmez koşuludur. Bu nedenle ‘propaganda’ eylemi de düşünce özgürlüğü kapsamındadır ve suç sayılamaz. Propaganda, açıklanan düşünceye yandaş sağlayarak, hukuka uygun yöntemlerle geçerliliğini yaygınlaştırmaya yönelik bir eylemdir. Bir düşüncenin propagandasının yasaklanması, gerçekte düşüncenin yasaklanması anlamına gelir...”[7]
Hukuk, eğer “demokratik” olacak ise, olabildiğince yığınların özgürlüğüne yaslanmalı ve onunla tanımlanmalıdır.
Çünkü özgürlük, en genel hâliyle, bağlı ve bağımlı olmama, dış etkilerden (etkenlerden) bağımsız olma, engellenmemiş ve zorlanmamış olma hâlini dile getirmektedir. Buna paralel başka bir gündelik tanımı, insanın kendi kararlarını kendi istem ve düşüncelerine göre belirleyebilmesi, ve kendi seçimlerini kendi iradesiyle yapabilmesi olarak belirir. Burada özgürlük bir irade özgürlüğüdür. Türk Dil Kurumu, Güncel Türkçe Sözlük’de özgürlük sözcüğünü şöyle tanımlamaktadır: “1. Herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu, serbestî. 2. Her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu, hürriyet.”
O hâlde hukukun “özgürlükçü” versiyonu üzerine yeniden kafa yormakta yarar vardır.
Hem de Honoré de Balzac’ın, “Düşünmek görmektir”; Platon’un, “Düşünmek, ruhun kendi kendine konuşmasıdır”; S. Eugel’in, “Fikirler elektrik akımı gibidir, birbirini tutuşturur”; Marcus Aurelius’un, “Aklın gücüne hiçbir engel karşı duramaz”; Victor Hugo’nun, “Zamanı gelen bir fikrin gücüne hiçbir ordu karşı koyamaz,” sözleri unutulmadan...
Ha; burada durup, “Eleştiri nerede başlar, nerede biter? İfade özgürlüğünün sınırları nereden geçer?” diyebilirsiniz ki, bu da “suçu ve suçluyu övmek” kavramına değinmemizi kaçınılmaz kılar!
“ÖVMEK”
“Her tanımlama bir sınırlamadır.”[8]
Öncelikle ve özenle belirteyim: Benim, dünyaya baktığım yerden ne övülür, ne de sövülür...
Müslümanlar, “Resulullah efendimizi övmek ibadettir,” derlerken; ben bir materyalist olarak “övmek”in bilimsel bir tutum olmadığını düşünürüm. Çünkü “aşağılamak” da, “övmek” de bilimsel bir değerlendirme ve eleştirinin argümanları olmaz.
“Aşağılamak” da, “övmek” de öznel şeylerdir.
Söz konusu öznelliğin, kimi zaman biz(ler)e hukuk(suzluk)un müeyyidelere tâbi konular gibi sunulduğu da oluyor...
Örneğin şu “terör örgütünü övme” ya da “suçu ve suçlu övme” alt başlığındaki “suç” nitelemesinde olduğu gibi!
Sormadan geçmeyeyim: İlgili maddede dile getirilen “övme” fiilinden ne anlaşılıyor? Bu çok müphemdir!
Söz konusu müphemliğin altını özenle çizerken sorayım: “Övme” fiilinden savcı ne anlıyor ve yargı bu anlamalar karşısında nasıl hüküm veriyor?
Mesela kimilerine göre, savcı(ların) ve yargı(ların) “terör örgütü” olarak nitelediği bir örgüte ben, velev ki, “silahlı isyan ve ayaklanma örgütü” dedim mi; kimilerinin yorumuna göre TCK’ya göre “terör örgütünü övme” veya “suçu ve suçlu övme” suçunu işlemiş oluyormuşum!
Bu mümkün mü?
Eğer mümkün ise, yasa maddesi bu kadar “öznel” ve yoruma açık bir hissiyatın yaptırımı olabilir mi?
Eğer olursa, hukuk(suzluk)un, psikolojiden ne farkı olabilir?
“Müphem” dedim...
Bu konuda bir kargaşa olduğu muhakkak...
“Övgü” sözcüğünün öznelliğiyle, yorumuyla cezalandırılmak; nihayetinde ne sağlıklı bir “teşhis”tir, ne de sağlıklı bir “tedavi”yi devreye sokabilir...
Devam edersek; eskilerin deyişiyle “Methiyye” yani birini övmek, bir başkasını yermek içindir çoğunluk; veya La Rochefoucauld’un belirttiği gibi, “İnsan genelde, övülmek için över.”
Görülmesi gerek: “Övmek” fiili ile “Rütbe ve Şöhret” arasında daima paralel ilişki vardır. Yani “övmek”, işbölümüne mündemiç hiyerarşik bir kutsamadır.
Yani “ast”, “üst” ilişkisini kutsayanlar methiye düzerler; “Resulullahı övmek ibadettir,”[9] deyişindeki gibi...
Oysa Francis Bacon’un, “Övülme, tahta kaplamaların hem parlamasını sağlayan, hem de ömrünü uzatan cilaya benzer”; Benjamin Franklin’in, “Herkesi kınamak ve herkesi övmek, akılsızların yapacağı bir şeylerdir,” sözlerine büyük değer biçen birisi olarak övmek, indimde çoğu kez bir “riyakârlık”tır...
Övmek, bana göre, bir “takdir hissiyatı” ve “kadirbilirlik”te değildir...
Nihayetinde nasıl sunulursa sunulsun övmek, herhangi bir şeyi veya bir kimseyi bir yönünü öne çıkartarak “abartmak”tır!
Felsefi, ideolojik, siyasal, toplumsal, kültürel açı(lar)dan “abartı” idealist dünya görüşüne mündemiçtir; yoksa bir diyalektik materyalistlere değil!
Nihayet ifade etmeden geçmeyeyim: Kimseyi övmedim, övmem de...
Çünkü C. C. Colton’un, “Alkış, zayıfların amacı ve sonudur”; William Shakespeare’ın, “Yaptığını öven, yaptığını yıkar,” sözlerine büyük değer biçerim de ondan...
“Suçu ve suçluyu övmek”e gelince: Soruyorum: “Nâzım Hikmet iyi bir şairdir” demek komünizmi övmek midir? Yoksa bir saptamada bulunmak mı?
Eğer bir zamanlar, örneğin ‘30’lı yıllarda “Nâzım iyi bir şairdir” deseydiniz; sizi “Komünizmi övmek”ten hapse atarlardı; çünkü o zamanlarda Nâzım’ın mısralarını okumak/ okutmak bile -Attilâ İlhan örneğindeki üzere!- “suç”tu; bugün ise değil!
EVET, EVET SORUYORUM...
“İnsanların haksız yere çektikleri acılara şahitlik edenler, şahit oldukları acıların utançlarını da taşırlar.”[10]
Hayat “yasakları(nızı)” aşmıştır; bu “yasak” müeyyidelerini ancak, ‘80’li yılların “darbe günlerindeki hukuk(suzluk)” ile sürdürebilirsiniz; ama o günler geride kalmıştır...
Yaşamın yasakları ve “yasaları” aşabileceğini, aştığını görmek kavramak gerek...
İhbar kabul edilmemesi gerektiğinin altını defalarca çizip, bu görüşleri sonuna dek paylaştığımı da ifade ederek, size birkaç örnek sıralayayım:
Birinci gündelik bir gazetedeki bir kitap ilanı. Kitap Nihat Behram’ın kaleme aldığı yapıtın adı: ‘Ser Verip Sır Vermeyen Yiğit Belgesel Anlatı’.
Gazete ‘Cumhuriyet’. 18 Mayıs 2008 tarihli gazetede, Everest Yayınları’ndan çıkan kitabın 12. baskısının ilanı var. Aynen şöyle diyor:
“İşte İbo’nun ayağını bastığı toprak: Dağ ve zindan...
İşte direncin karşısında zalimin çaresiz kalışı...
Ve işkenceye karşı direnişiyle efsaneleşen bir hayat...”[11]
İkincisi Ahmet Hakan’ın bir köşe yazısından:
“CHP Lideri Deniz Baykal, partisinin grup toplantısında ‘Darağacındaki Üç Fidan’a selam sarkıtmış...
Demiş ki: ‘Bugün acı bir gün... 1972’nin 6 Mayıs’ında Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ı idam ettik. Bu üç yiğit insanı 36 yıl sonra anmayı görev biliyorum.’ (...)
Bence güzel etmiş, güzel eylemiş...
Hiç yadırgamadım...
Ne yadırgaması yahu!
Bütün içtenliğimle taktir ettim...”[12]
Aynı konuda ‘Vatan’ gazetesindeki haber de şöyle:
“CHP Grup toplantısın Deniz Baykal dün [6 Mayıs 2008’de-y.n.], ‘Bütün toplumumuz adına üç yiğit, genç insanı sevgiyle, dostlukla anmayı bir görev biliyorum,’ dedi...”[13]
Üçüncüsü İbrahim Kaypakka’yı yakinen tanıyan iki arkadaşının görüşleri...
İbrahim Kaypakkaya’nın Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’ndan arkadaşı Hakkı Karadeniz, “Kaypakkaya’nın kaybı, Türkiye halkının önemli bir evladının kaybıdır. Yaşamasını isterdim... Hem de çok,”[14] derken; Nihat Behram da ekliyor:
“İşkencede öldürüldüğünde 20’li yaşlarındaydı...
İbo katledildiği yerde yeniden doğdu...
Hiçbir zulüm, hiçbir vahşet, yasak ve gizleme çabası İbo’nun o dehşetli direnişinin halkın hayatında kökleşmesini engelleyemedi...
Şan olsun o insana ki, bize bu mirası bıraktı. İbo direnişin, direnişiyle de ölümsüzleşmenin anıtıdır...”[15]
Dördüncüsü de Radikal İki ekinin 18 Mayıs 2008 tarihli 9. sayfasındaki “CHP Gençlik Kolları 6 Mayıs’ta Deniz Gezmişleri andı” alt yazılı bir fotoğraftaki afişten.
Afişte CHP’nin 6 oklu ambleminin yanında şunlar kayıtlı:
“Giresun’daki yoksul köylüler, sizin için öldük.
Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük.
Doğu’daki topraksız köylüler, sizin için öldük.
İstanbul’daki, Ankara’daki işçiler, sizin için öldük.
Adana’da paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.
VURULDUK, ASILDIK, ÖLDÜRÜLDÜK
EY HALKIM UNUTMA BİZİ”![16]
Bunlar da “suçu ve suçluyu övmek” mi?
Eğer değil ise, o hâlde ben burada hâlâ neden yargılanıyorum?
DENİZ GEZMİŞ ÖRNEĞİ
“Hayal gerçektir!”[17]
Yeri geldi konuya ilişkin bir örnek vereyim:
“İstanbul Valiliği, Kadıköy’de yapılması planlanan, Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ı anma mitingine ‘suçu ve suçluyu övmeye girer’ diye izin vermedi.[18]
Ancak Bianet’in görüştüğü Tunceli’de aynı suçlamayla açılan ve beraat kararı çıkan davaların avukatı Barış Yıldırım ‘Ne suç var ne de suçlu. Valilik yetkilerini kötüye kullanıyor’ diye konuştu.
Radikal’in İsmail Saymaz imzalı haberine göre, Mücadele Birliği Dergisi’nden bir grup miting için 11 Nisan’da bildirimde bulunuldu. Valilik etkinliğe dört gün kala tebliğ ettiği kararda, ‘Yasadışı terör örgütü kurucusu, liderliği ve üyeliği suçundan idam edilen şahısları anma amacıyla düzenlenmesinin TCK’nin ‘Suçu ve suçluyu övme’ kenar başlıklı 215. maddesi kapsamında suç teşkil edeceği’ni yazdı; mitinge izin vermedi.
Yıldırım’ın avukatlığını yaptığı Tunceli’deki iki davada da suçlama aynıydı.
Tunceli Sulh Ceza Mahkemesi, Gökhan Türkan, Sancar Yamaç ve Zekai Sarıca hakkındaki davada 11 Mart’ta beraat kararı verdi. Bu davada savcılık temyize gitti. Emek Partisi (EMEP) İl Başkanı Hüseyin Tunç’a bir panelde Deniz Gezmişlerin işkence gördüğünü söylediği için yine aynı iddiayla açılan davada da 25 Mart’ta beraat kararı çıktı.
Ayrıca Nisan 2007’de Çanakkale Sulh Ceza Mahkemesi’nin Deniz Gezmiş’i anma afişlerinin toplatılması kararına itiraz eden Türkiye Komünist Partisi (TKP) avukatı Özgür Murat Büyük de ‘O dönemdeki yargılamaların bizim için hiçbir bağlayıcılığı yok. Onlar bağımsızlığı simgeleyen insanlar’ demişti.
Manisa’daki Salihli 1. Sulh Ceza Mahkemesi 16 Kasım 2007’de, 30 yıl önce öldürülen Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Öğrenci Temsilcileri Konseyi (ÖTK) yöneticisi Ertuğrul Karakaya’yı 2006 yılında Salihli’deki mezarı başında anan annesi Ayşe Karakaya ve 19 kişi için beraat kararı vermişti; Karakaya’nın suçsuz olduğunu, onu anmanın da demokratik özgürlük olduğunu vurgulamıştı.”[19]
Yani soru(n): Neyin, nasıl yorumlanacağı veya buna içkin öznelliktir...[20]
Devam edersek; Halit Çelenk’in, “Deniz’lerin yargılanmaları hukuka aykırıydı,”[21] dediği; DTP Tunceli Milletvekili Şerafettin Halis’in, Meclis Başkanlığı’na verdiği üç maddelik yasa teklifi ile Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın “ölüm cezalarının yerine getirilmesine dair kanunun” yürürlükten kaldırılmasını istediği[22] koşullarda Milli Savunma Bakanlığı, Van’ın Özalp ilçesinde 1943’te 33 köylüyü kurşuna dizip öldürten Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın adının bir kışlaya verilmesini “Merhumun cezası süresiz değildir” diye savunurken,[23] Deniz Gezmiş’i anmak -neden- hâlâ suç sayılıyor?
Hem de Tunceli Sulh Ceza Mahkemesi, Gezmişleri andıkları için aynı gerekçeyle yargılanan üç gence, 11 Mart 2008’deki duruşmada, beraat kararı vermişken![24]
İBRAHİM KAYPAKKAYA ÖRNEĞİ
“Yaşam yaratan yaşamdır.”[25]
İbrahim Kaypakkaya hakkında da bir sürü yazı yazıldı, yazılıyor; yayınlandı, yayınlanacak...[26]
Bu gayet doğal; görüşlerini kabul edin ya da etmeyin İbrahim Kaypakkaya’ya bu toprakların bir “realitesi” olması yanında; ortak tarihimizin de bir parçasıdır...
Ayrıca İbrahim Kaypakkaya, insan hak(sızlık)ları açısından hâlâ güncel bir tartışma odağıdır.
Şöyle ki Baba Ali Kaypakkaya: “Katledileceğini önceden söylediler... Subaylar eline sağ geçmeyecek”[27] derken; Onur Gülbudak’ın ifadesiyle “İbrahim Kaypakkaya işkence ile öldürüldü... 18 Mayıs sabahı, 90 güne yakın süren tarifsiz işkenceler ile... 90 gün güvenlik görevlilerinin elinde olan biri, bir gün babasına parçalanmış bir beden olarak verildi. Kaypakkaya’nın öldürüldüğü gün Türkiye’nin karanlık sayfalarından biri”sidir![28]
O hâlde İbrahim Kaypakka da Mazlum Doğan da konuşulmaya, anılmaya devam edilecektir...
Kaldı ki, bu gazete haberlerine kadar taşmış durumdadır.
İşte 18 Mayıs 2008 tarihli ‘Cumhuriyet’ gazetesinin 22. sayfasından bir haber; aynen şöyle:
“ÖLÜMÜNÜN 35. YILI: Kaypakkaya anılacak
İstanbul Haber Servisi-68 kuşağının devrimci hareket önderlerinden İbrahim Kaypakkaya, ölümünün 35. yılında çeşitli etkinliklerle anılacak.
Partizan Dergi çevresi, Ezilenlerin Sosyalist Platformu (ESP), Kaldıraç çevresinin de aralarında bulunduğu demokratik kitle örgütleri, bugün ve yarın çeşitli etkinlikler düzenleyecek.
İbrahim Kaypakkaya 1949’da Çorum’da doğdu. Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nda benimsediği devrimci düşünceleri, İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nda daha da geliştirdi. 1971’lerden itibaren Malatya, Antep, Tunceli bölgesinde yürüttüğü faaliyetler içinde Kaypakkaya ve arkadaşları, Türkiye Komünist Partisi-Marksist Leninist örgütünü kurdu. 12 Mart cuntasının baskı koşulları altında, 24 Aralık 1972 gecesi Tunceli’de girdikleri çatışmada Ali Haydar Yıldız yaşamını yitirirken Kaypakkaya yaralı olarak kurtuldu. Günler süren takibin ardından yakalanan Kaypakkaya Gökçe Karakolu’nda, Tunceli ve Elazığ’da işkencelerden geçirildi. Ardından Diyarbakır’a götürülen Kaypakkaya burada da aylarca işkence gördü. İşkenceler sonucu iki ayağı kesilen ve yüzü tanınmaz hâle gelen Kaypakkaya, tüm işkencelere karşın bilgi vermeyerek adını yakın tarihe ‘Ser veren sır vermeyen yiğit’ olarak yazdırdı. Kaypakkaya, 18 Mayıs 1973’te yaşamını yitirdi.”[29]
Buraya şu notu da düşmek gerek: Ezenler ve ezilenlerden, sömürenler ve sömürülenlerden oluşan bir toplumda, ilkinin lanetlediği/ bastırdığı, ikincilerin “kahramanı”, onların mağduriyet ve madûniyetlerinden kurtulma umutlarının simgesidir genellikle... Yani kimi “kahraman” ya da “cani” olarak gördüğümüz hangi tarafta olduğumuzla doğrudan ilintili bir sorun, tutum ve tercihtir...
“YASAKÇILIK” VE “OLUMLU ÖRNEK”
“Eğer yürüdüğünüz yolda güçlük ve engel yoksa, bilin ki o yol sizi bir yere ulaştırmaz.”[30]
Bu noktada artık ve kesinlikle, “yasakçılık” bir çözüm değildir.
Örneğin Ankara valiliği tarafından il sağlık kuruluşlarına gönderilen “gizli” yazıda Deniz Gezmiş’in idamı, Nâzım Hikmet’in doğumu, Küba Devrimi gibi günlerde en üst seviyede önlem alınması istemesinden;[31] İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin, Mahir Çayan’ın ‘Toplu Yazılar’ ile ‘Devrimci Marşlar’ kitaplarının suç ve suçluyu övdüğüne, terör örgütleri propagandası yaptığı iddiasıyla toplatmasına[32] dek uzanan “yasakçı zihniyet” hiçbir sorunu çözmez, çözememiştir ve çözmemektedir de...
Şimdi, daha özgürlükçü olma ve çözümleri özgürlükleri genişletmekte arama zamanıdır.
Bu konuda kimi olumlu örnekler de yok değildir. Örneğin Pınar Selek’in “yılan hikâyesine” dönen uzatmalı davasından beraati,[33] ya da Almanya’nın Köln kentinde 16 Mart 2002 tarihinde düzenlenen bir paneldeki düşünceleri nedeniyle Kartal 5. Asliye Ceza Mahkemesi’nde beraat eden İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi’nin eski başkanı ve hukukçu Eren Keskin’in, aynı konuşmadan Kartal 3. Asliye Ceza Mahkemesi’nde yargılandığı davadan kurtulması[34] gibi...
Artık negatif değil, pozitif örnekleri çoğaltma zamanıdır...
(B)İLGİ, ELEŞTİRİ VE İTİRAZ ELE AVUCA SIĞMAZ
“Haksızlığı her kabul ediş,
daha büyüğünü doğurur.”[35]
(B)İlgiden, (b)ilginin paylaşılmasından, çoğalıp büyütülmesinden ve nihayet (b)ilginin “olmazsa olmazı” olan eleştiri ve itirazdan korkulmaması gerekiyor.
(B)İlgi, eleştiri ve itiraz, elbette isyancıdır, ele avuca sığmaz; bu onun doğallığıdır.
Ve bir şey doğallığından ötürü, egemen boyunduruğa[36] “Hayır” dediği için cezalandırılmamalıdır.
Anımsayın konuya ilişkin olarak “Elias Canetti, ‘İnsanın Taşrası’ başlığı altında toplamış olduğu günce-notlarından birinde, ‘Yatıştıran bir bilgi, öldürücüdür’ diyor. ‘Daha iyi olmak’ için gereken bilginin, insana huzur vermeyen, insanın peşini bırakmayan bir bilgi olması gerektiğini not ettikten sonra.
Bilgi, bir iştahı doyurmak için biriktirilen, fazlası depo edilen, dar zaman için üst üste yığılıp bekletilen bir şey değil elbet. Bilginin renkli drajeler hâlinde ‘kolaylaştırılmış’, hızlı tüketime hazır kılınmış hâli, dünyanın, daha da önemlisi insanın tamamıyla anlaşılabilir olduğu fikrini aşılamak için. Toplumsal örgütlenmenin her türü, hayatı, hızlandırılmış kurslarla aktarılabilecek, ‘düzgün’ yaşayabilmek için gerekli bilgilerin elimizin altında bulunduğu, başı sonu belirli bir eylem olarak tanımlar. Ayakta durabilmesinin başlıca şartı budur.
Bu bilgi tanımıyla, öğrenme eyleminin kendisi, ölüme hazırlıktan başka bir şey değildir. Genç olmanın yatıştırıcı bir sentaksla kuşatılmış tanımları, pseudo-bilimsel çerçevelerle kutulanmış aşk-cinsellik-enerji anlatıları, orta yaş krizleri, direnenin durulup akıllanmasının doğallığı, zarif yaşlanma stratejileri ve yolun tamamının bir çırpıda özetlenebilecek haritası. Artık insan olmanın ne mene bir serüven olduğunu hepimiz biliyoruz, değil mi? Gençler yaşlıları, muktedirler muhalifleri, bilenler bilmeyenleri rahatlıkla anlayabilir. Yeterince aklıselim sahibiyse.
Yatıştırıcı bilginin öldürücülüğü, ölüme usul usul, dünyayı huzursuz etmeden gitmenin yolunu açtığından. (...)
Bilginin, özgürlükle bağlantısı var... Canetti, yine notlarından birinde, ‘Özgürlük sözcüğü önemli bir gerilimi, var olanlar arasında belki de en önemli gerilimi dile getirmeye yarar. İnsanlık hep çekip gitmek ister; gidilecek yerin adı olmadığında, bu yer belirlenemediğinde ve sınırları da görülemediğinde, özgürlük diye adlandırılır’ diyor. Ve ekliyor, ‘Bu gerilim uzam açısından anlatımını, bir sınırı sanki o sınır yokmuşçasına aşmaya yönelik şiddetli istekte bulur.’
Hayat hakkında, dünya hakkında, kendim hakkında kuşku duymadığım, geceleri uykusuz bırakmayan, adresini hiç şaşırmadığım bütün bilgileri unutmalıyım. Bu yolda bana sınırları gösteren hiçbir bilgi girmemeli çıkınıma...[37]
Çünkü (b)ilgi, eleştiri ve itiraz, elbette isyancıdır, ele avuca sığmaz; bu onun doğallığındandır.
Evet, gerçek (b)ilgi rahatsız edicidir...
Tunceli Emek Gazetesi’nde yayınlanan 19/07/2010 tarihli ve “MUNZUR FESTİVALİNDE MAZLUM DOĞAN UNUTULMAMALIDIR” başlıklı yazımda dile getirdiklerim de öyledir...
İSTEM SONUCU : Üzerime atılı suçun oluşmadığını, konunun tamamen düşünce ve ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesini ve beraatime karar verilmesini Arz ve talep ederim. 16.12.2010
SANIK
MUSTAFA ELVEREN
EKLE :
1- Tunceli C. Savcılığı’nın Soruşturma No:2010/1389, Esas No:2010/624, iddianame No:2010/190 sayılı İDDİANAMESİ
2- Dersim Ayaklanmaları (Alıntı)
3- Seyit Rıza (Vikipedi)
4- Mazlum Doğan (Vikipedi)
N O T L A R :
[1] Bkz: Tunceli C. Savcılığı’nın Soruşturma No:2010/1389, Esas No:2010/624, iddianame No:2010/190 sayılı İDDİANAMESİ
[2] Brezilya Atasözü.
[3] Theodor Adorno.
[4] Bkz: “Hukukun Üstünlüğü Yalanı”, Halkın Birliği, Yıl:4, No:54, Nisan-Mayıs 2008, s.2; Mahir Ersin Germeç, “Yargı Bağımsızlığı...”, Cumhuriyet, 20 Mayıs 2008, s.2.
[5] Yıldırım Türker, “Hırsızın Hiç mi Suçu Yok?”, Radikal İki, 11 Mayıs 2008, s.3.
[6] Voltaire.
[7] Hüsnü Öndül, Kavram Sözlüğü 2, Özgür Üniversite Yay., s.345.
[8] Andre Suares.
[9] Mehmet Ali Demirbaş’ın 18 Mart 2008 tarihli sohbet yazısı-Dinimiz İslâm.
[10] J. M. Coetzee.
[11] Cumhuriyet, 18 Mayıs 2008, s.19.
[12] Ahmet Hakan, “Asılmışların Paylaşımı”, Hürriyet, 7 Mayıs 2008, s.4.
[13] “... ‘Üç Yiğit Genç’ Anıldı”, Vatan, 7 Mayıs 2008, s.21.
[14] “Halkın Önemli Bir Evladının Kaybıdır”, Atılım, Yıl:4, No:2008 21 (210), 17 Mayıs 2008, s.13.
[15] Nihat Behram, “İşkenceye Karşı Direnişiyle Efsaneleşen Bir Hayat”, Birgün Pazar, 18 Mayıs 2008, s.9.
[16] Radikal İki, 18 Mayıs 2008, s.9.
[17] Muhyiddin İbn Arabi.
[18] İstanbul Valiliği’nin son iki yıldır izin vermediği miting, 2007 yılında aynı adla Ankara’da yapılabilmişti. Ankara Valiliği, yürüyüş ve mitinge izin vermişti.
İstanbul Valiliği’nin, anılmasını yasakladığı Deniz Gezmiş’i ‘Hatırla Sevgili’ adlı ünlü televizyon dizisinde canlandıran Barış Koçak, yasağı, “Sadece üzülüyorum” diye yorumluyor. Koçak “Deniz Gezmiş, sağ kesim tarafından bile çok takdir edilen bir insandır” diyor. (İsmail Saymaz, “Taksim İşçilere, Kadıköy Deniz Gezmiş’e Yasak”, Radikal, 6 Mayıs 2008, s.6.)
[19] “Ne Denizler Suçlu Ne de Onları Anmak Suçu Övmek”, Kaynak: Bianet, 6 Mayıs Salı, 2008.
[20] İdam yönünde oy kullananlar yaklaşık 30 yıl sonra yanlış yapıldığını söylediler. Nahit Menteşe Türey Köse’nin kitabında şunları söylüyordu: “Deniz Gezmiş ve arkadaşları konusunda yanlış yaptık. Adli hatalar olabilir.”
Türey Köse, ilk baskısı “Ölüme Oy Vermek” (Ümit Yayıncılık) ikinci baskısı “Yargılı İnfazlar” (Siyah-Beyaz) adıyla yayımlanan kitabında Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamı yönünde oy kullananlarla 30 yıl sonra yaptığı görüşmeleri aktardı. Bu kitaptan seçtiğimiz bazı bölümler şöyle:
Eski İçişleri Bakanlarından Nahit Menteşe, “yanlış yaptıklarını” düşünüyor: “Deniz Gezmiş ve arkadaşları konusunda yanlış yaptık. Adli hatalar olabilir... Devlet elden gidiyor görüşü vardı o zaman. Birtakım duyumlarımız vardı, bunlar da gözünü budaktan sakınmıyordu. O zamanki asker de bunların mutlak surette idam edilmesi taraftarıydı....”
AP kökenli eski İçişleri Bakanlarından İsmet Sezgin de “Yanlış yaptık” diyor ve ekliyor:
“Bir fiili durum oldu adeta. O günün havasında Meclis başka türlü karar veremezdi. Onlar etkili oldu. Bir baskı ortamı vardı. O ortamdan kendini kurtaramadı Meclis. Öyle değerlendiriyorum onu. Yanlış olmuştur. İdamlar hiçbir meseleyi hâlletmiyor. Osmanlı’da bu kadar sadrazam katledildi, Menderes katledildi, bu gençler asıldı da ne oldu? Bir kin meydana geliyor. Bir küskünlük meydana geliyor. Adeta bir kütleyi de kaybediyorsunuz. Siyasetçiye en güzel ceza onu seçmemektir, denir ya. Beğenmiyorsanız oy vermeyeceksiniz. Ama bu hatalar yapılabiliyor. Devlet duygularla, heyecanlarla değil, akılla, hukukla yönetilir. Can almak Tanrı’ya mahsustur.”
Eski Türk Parlamenterler Birliği Başkanı Zeki Çeliker’in adı da üç gencin ölüm cezalarının infazına onay veren milletvekilleri arasında yer alıyor. Çeliker’i konuyla ilgili olarak aradığımızda önce “Hiçbir zaman bir idamı onaylayacak bir tavır içinde olmadım, elim kalkmadı” dedi. Tutanakları incelediğimizi anımsattığımızda “Demek ki unutmuşum, yanlış yapmışım” dedi. Belleğini biraz yokladıktan sonra da şöyle sürdürdü:
“Orada oylar blok olarak kullanılıyordu. Şartlar değişikti. Sokakta her gün sağdan soldan bir-iki kişi gidiyordu. İşin mahiyeti fikri manada tartışılmadan hissiyat içinde olabilir. Bugün gelinen noktada Türkiye’nin birliği, beraberliği, bütünlüğü, mutlu ufuklara gitmesi aslolandır. Bunu kişilerin idamına bağlayıp önüne set çekmek yanlıştır. Kim olursa olsun öldükten sonra ülkeye sağlayacağı bir fayda yoktur. Bir zarar varsa, bunu iyi düşünmek lazım. Pire için yorgan yakmamak lazım. Mazide olanları tasvip etmek mümkün değil. Bu vatan hepimizin. Bunları saptırıp da temizlenen dağı tekrar tahrik etmemek ve AB’nin iyi olabilecek niyetlerini sekteye uğratmamak lazım.” (“Bazı Pişmanlıklar Çok Geç Kalır”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2008, s.9.)
[21] Halit Çelenk, “Yargılanmaları Hukuka Aykırıydı”, Cumhuriyet, 8 Mayıs 2008, s.15.
[22] “Denizlerin İdam Kararı Yürürlükten Kaldırılsın”, Evrensel, 8 Mayıs 2008, s.5.
[23] Van’ın Özalp ilçesinde 33 kişiyi kurşuna dizdirerek tarihe geçen Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın ismi Özalp’te yaşamaya devam ediyor. Olaydan 61 yıl sonra suçsuz yere kurşuna dizilenlerin yakınlarının yaşadığı Özalp’teki kışlaya Muğlalı’nın ismini veren Genelkurmay Başkanlığı, mağdur yakınlarının ısrarına rağmen geri adım atmadı. İsmin kaldırılması için açılan davada Milli Savunma Bakanlığı ilginç bir savunma yaptı: “Merhumun cezası süresiz değil...” Sivil mahkeme iki yıl sonra, ‘Askeri yargının uzmanlık alanı’ diyerek dosyayı askeri yargıya gönderdi. (Mesut Hasan Benli, “Merhumun Cezası Süresiz Değildir”, Radikal, 5 Mayıs 2008, s.6.)
[24] “Deniz Gezmiş Hâlâ Yasak”, Radikal, 10 Mayıs 2008, s.9.
[25] Karl Marx.
[26] Bkz: “Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yaşıyor, Yol Gösteriyor!”, Yeni Demokrat Gençlik, No:133, Mayıs 2008, s.35-40; “Katledilişinin 35. Yılında Kaypakkaya...”, Partizan, No:65, Mayıs-Haziran 2008, s.2-15; “Devrime İnancın, Savaşta Cüretin Adıdır Kaypakkaya!”, İşçi-Köylü, Yıl:1, No:17, 16-29 Mayıs 2008, s.16; “Ser Verip, Sır Vermedi”, Atılım, Yıl:4, No:2008 20 (209), 10 Mayıs 2008, s.10.
[27] “Baba Ali Kaypakkaya: ‘Katledileceğini Önceden Söylediler’...”, Atılım, Yıl:4, No:2008 20 (209), 10 Mayıs 2008, s.10.
[28] Onur Gülbudak, “Boya Kalemlerinin Ucunda Gülümseyen Bir Yüz”, Birgün Pazar, 18 Mayıs 2008, s.9.
[29] Cumhuriyet, 18 Mayıs 2008, s.22.
[30] B.Shaw.
[31] Yazıya ekli listede sıralanan 64 ayrı tarihin, genellikle sol kesim için önem teşkil eden günler olması dikkat çekti. Listede, tarihlerin bazıları da yanlış verildi. Tarih hatalarıyla birlikte, listede sıralanan ve sağlık kuruluşlarında en üst düzey güvenlik önlemi alınması istenen günler arasında, şunlar sayıldı: “1 Ocak Küba Devrimi, 13 Ocak Devrimci Birlik Platformu’nun kuruluşu, 20 Ocak Nâzım Hikmet’in doğumu, 21 Ocak Lenin’in ölümü, 2 Şubat Türkiye Devrimci Komünist Partisi’nin kuruluşu, 30 Ocak Türkiye İşçi Köylü Partisi’nin kuruluşu, 4 Mart Komünist Enternasyonal’in kuruluşu, Karl Marx’ın ölümü, 30 Mart Kızıldere’de Mahir Çayan ve arkadaşlarının öldürülmesi, 22 Nisan Lenin’in doğumu, 23 Nisan DP yönetimine karşı öğrenci ayaklanması, Turan Emeksiz’in öldürülmesi, 3 Haziran Nâzım Hikmet’in ölümü, 30 Haziran Marx ve Engels’in Komünist Partisi’ni kurması, 9 Eylül Mao’nun ölümü, 10 Eylül Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluşu, 20 Eylül Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın kurulması, 25 Eylül Emeğin Kurtuluşu adlı Marksist grubun Cenevre’de kuruluşu, 28 Eylül 1. Enternasyonal’in kuruluşu, 7 Ekim Rusya’daki Büyük Ekim Sosyalist Devrimi, 9 Ekim Ankara’da 7 TİP üyesinin öldürülmesi, 10 Ekim Devrimci Öğrenci Dernekleri Federasyonu’nun kurulması, 25 Ekim Büyük Ekim Devrimi’nin zafere ulaşması, 7 Kasım Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nin gerçekleşmesi, 20 Aralık SSCB’nin kurulması.”
Güvenlik önlemi alınması istenen tarihler arasında, bazıları ayrıca dikkat çekti. Bunlar arasında; “1 Mayıs İşçi Sınıfının Uluslararası Birlik Dayanışma Günü, 21 Mart Nevruz Bayramı, Dünya Çocuklar Günü, Dünya Barış Günü, Dünya Kadınlar Günü, Uluslararası Gençlik Dayanışma Günü” de yer aldı. Yakın tarihin önemli olayları da listeye girerken, gençlik önderleri Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, “THKO militanları” olarak belirtildi. (Zeynep Şahin, “Valilikten Tuhaf Uyarı”, Cumhuriyet, 15 Mayıs 2008, s.8.)
[33] “Mahir Çayan Kitabına Toplatma Kararı”, Cumhuriyet, 15 Mayıs 2008, s.6... Ayrıca bkz: Nevzat Çiçek, “Mahir 36 Yıl Sonra Yasaklandı”, Taraf, 15 Mayıs 2008, s.15.
[33] “Pınar Selek Beraat Etti”, Cumhuriyet, 24 Mayıs 2008, s.7.
[34] Mahkeme, “Tecavüz faili asker olunca suç daha zor soruşturuluyor” sözünden aktivist Eren Keskin’e iki ayrı dava açıldığını basından öğrendi; bir davayı düşürdü. Diğer dava beraatle bitmişti. (Erol Önderoğlu, “Aktivist Eren Keskin’e Dava Açmak Boşunaymış...”, BİA Haber Merkezi - İstanbul, 23 Mayıs 2008, Cuma.)
[35] Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur.
[36] “Egemen sınıfın düşünceleri, her çağda egemen düşünceleridir; başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, egemen manevi güçtür de. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretimin araçlarını da denetim altında bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.” (K. Marx-F.Engels, Felsefe İncelemeleri.)
[37] Yıldırım Türker, “Bilgi ile Özgürlük”, Radikal İki, 18 Mayıs 2008, s.3.
18.12.2010 / Gomanweb
|