RESMİ İDEOLOJİ-DİN-İNANÇ-İBADET
Mustafa Elveren – Em. Öğrt
Bilindiği gibi, resmi ideoloji Türk-İslam sentezidir.Türk
ırkını islami motiflerle süsleyip, ülkede yaşayan diğer halkları yok sayarak,
Türk miliyetçiliğine monte ederek, tek tip bir ulus oluşturmak istemişlerdir.
Bunu başarmak için de, yasalarını buna göre düzenlemiş, provakasyonlar yapılmış
(6-7 eylül olayları, Alevi-Sunni, Kürt-Türk çatışmaları yaratarak), baskı ve
eritme politikalarını da ekleyerek, gerçekleştirmeye çalışmışlardır.
Bu durumda, Ermeniler ve Rumlar yok edilmiş, nüfusunun
yoğun olması nedeniyle, Alevileri ve Kürtleri yok edememişlerdir. Ancak,
Kürtlerin islami duyguları ile aşiretçilik çelişkisini, Alevilerin ise, tekke ve
dergahlarını kendilerine yakınlaştırarak, çok ustaca kullanmışlardır. Bu
çabalarından dolayı önemli ölçüde başarılı da olmuşlardır. Dünya politik
konjönktürü gereğince zaman zaman gerilemiş, böyle zamanlarda ise, askeri
darbeler yaratarak, uygulamalarına devam etmişler ve dünya siyaset konjünktürü
değiştikçe, bazı makyajlar yapmak zorunda kalmışlardır. Bu makyajı da halka hep
demokrasi diye yutturmaya çalışmışlardır. Tıpkı bu günkü AKP Hükümeti’nin
yaptığı gibi , yani Dünya siyasi konjünktürü gereğince, AB-ABD’nin politikaları
sonucu yapılan zorunlu bazı değişimleri bize “devrim” diye yutturmaya
çalışıyorlar.
Bu defa, karikatür provakasyonundan yararlanarak, Cuma
namazı sonrası o bildik görüntüler ortaya çıkmaktadır. “Bakın şeriatçılar
geliyor” diyerek, halkın korkutulmak istendiği açık değil mi?. Yine çok sıkça
yaratılmak istenen alevi –şafii (Kürtler) halkları arasındaki çatışma, duyarlı
Kürt ve Alevi aydınları ile Kürt Özgürlük Hareketi tarafından boşa
çıkarılmıştır. Peki neden bu kadar çelişki yaratılmak istenmektedir? Çünkü,
başka türlü resmi ideolojiyi uygulamak mümkün değildir. Bazı kürt çevrelerinin
bu karikatör provakasyonuna dört elle sarılmaları, ister bilerek, ister
bilmeyerek olsun, kimin ekmeğine yağ sürdüklerini düşünmeleri gerekmez mi?
Bu kadar kargaşanın olduğu, kan ve göz yaşlarının hiç
dinmediği, başta kürt halkının özgürlüğü olmak üzere, diğer inanç ve gurupların
özgürce kendilerini ifade etmeleri ve yaşamaları için öncelikle demokrasi
mücadelesi verilmelidir. Ne olduğu belli olmayan bir rejimle değil,
Cumhuriyet’in demokratikleştirilerek, demokrasi mücadelemizi yükseltmeliyiz.
Bazı kürt arkadaşlarımız zaman zaman yazıyorlar, “Efendim, bize bunca katliam
yapan Türklerle birlikte nasıl yaşarım? “ diyerek, kimisi bilmeden, kimisi de
bilinçli olarak bunları söylüyor. Halbuki bütün bu katliamları Türkleri de
Kürtleri de kullanarak ve bazen de birbirlerine kırdırarak, bilinen o ceberut
rejim yöneticileri tarafından yapılmıştır. A.Melik Fırat’ın dediği gibi “bu
yöneticilerin hiç biri Türk bile değildir, çoğu kırma ırktan olan kişilerdir”
belirlemesi doğru değil mi? Bir insanı sevmeyebiliriz, bir kısım düşüncelerine
katılmayabiliriz, fakat onun söylediği bazı doğrularını görmezden gelemeyiz.
Sayın Abdullah Öcalan tarafından geliştirilen “Demokratik
Cumhuriyet Projesi” mutlaka hayata geçirilmelidir. Zaten bu proje demokrasi ve
özgürlük projesidir. Sayın Kemal Burkay bir yazısında diyor ki “Demokratik
Cumhuriyet Projesi bizim projemizdir. Biz bunları yıllar önce söyledik…..” Daha
iyi ya, gelin beraber bunun hayata geçirilmesi için hep birlikte mücadele
verelim. Her nedense, projeyi Abdullah Öcalan ortaya atınca, hemen yan çizmeye
başlıyorlar. Ben kürt sorununu Kemal Burkay’dan etkilenerek öğrendim. Ancak, K.Burkay’ın
A.Melik Fırat ile ortak dil kullanarak, A.Öcalan hakkında yazdıklarını okuduktan
sonra, çok büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Bu Dersimli hemşehrime diyorum
ki, A.Öcalan’ın ortaya koyduğu projeyi, gelin hep birlikte sahip çıkalım.
Sizler yıllardır kürt özgürlük mücadelesini veriyorsunuz, fakat her nedense hiç
biriniz A.Öcalan kadar kürt halkı üzerinde etkili olamadınız. Bu gün Dünya’nın
hemen hemen her ülkesinde örgütlenmiş Kürtler mevcuttur. Bu kendiliğinden
olmadı. Yiğidi öldürelim fakat hakkını yemeyelim. Bu gün başta Sayın Abdullah
Öcalan olmak üzere, Sayın Yaşar Kaya, K.Burkay, A.Melih Fırat,Ş.Elçi,Leyla Zana,
gibi birçok kürt aydın ve liderlerine saygı duyarım. Kendileri A.Öcalan’ı
eleştirebilirler, bu demokratik haklarıdır. Ancak, “işbirlikçi, ajan ve benzeri”
saldırıları da asla kabul edemem. Kürt halkı da kabul edemez. Resmi ideoloji
savunucuları gibi kürt sorununu A.Öcalandan ayrı tutma gafletine düşmemeliyiz.
Bu arada Avrupa’da yaşayan bazı yazar ve çizerlerin, bana
şu sözleri söylediklerini duyar gibiyim. “maaşlı memur kafasıyla yazmıştır”
diyebilirler. Ancak, bu yazı yayınlandığı anda C.Savcıları hemen hakkımızda
soruşturma açmayacaklarını nasıl bilebiliriz? Hala bu ülkede “Sayın” dediği için
bir çok arkadaşlarımız ceza almadılar mı? Birbirimizi hemen ön yargılarla mahkum
etmemeliyiz.
Yaşadığım bir olayı da anlatmak istiyorum. Kendilerini çok
akıllı ve kurnaz zanneden bazı kişiler (Ne yazık ki bunların çoğunluğu kürt
kişilikleridir) bana “Ya Hocam! Senin evin var, maaşın var, çoluk çocukların
var, durumun iyi, ne işin var bu kürt meselesiyle uğraşıyorsun? Sana rahatlık mı
batıyor? Seni çok sevdiğimiz için, senin bu işlere bulaşmanı istemiyoruz. Sana
bir zarar gelmesini istemiyoruz…” gibi ipe sapa gelmez telkinlerde bulunuyorlar.
Benim bunlara verdiğim cevap ise “Siz bana dokunmayan yılan bin yaşasın mantığı
ile hareket ediyorsunz. O yılan bir gün sizi de ısıracağını hiç
düşünmüyorsunuz. kapının önüne bir köpeği bağlarsınız, o köpeğe bol bol et
yiyecek verirsiniz, köpek de size bağlılığını göstermek için gelene gidene
havlar, sizleri korumaya çalışır, fakat, sonuçta köpek de bir hayvandır ve
gururu yoktur. Ama ben bir insanım ve benim bir gururum var.insan gururu için
yaşamalıdır.Unutmayınız ki, Hitler en son Papazı ateşe attığında, artık iş
işten geçmişti” şeklinde karşılık verdiğimde ise, bazıları kendilerini köpeğe
benzettiğimi iddia ederek, küsmüşlerdir. Halbuki verdiğim örnekle onları kast
etmemiştim. Bu da benim gibi insanlara yapılan dolaylı bir baskı biçimi değil
midir?
Ben kendimce doğru olduğuna inandığım şeyleri
söylerim.Ancak yanlış olduğunu anladığım anda da, özür dilemeyi de bilirim.
İşte, kendimce doğru olduğuna inandığım din ve inanç özgünlüğü konusundaki
görüşlerimi aşağıda açıklıyorum. Eksiklik veya yanlışlık varsa, lütfen beni
uyarınız.
İsteyen her gün 24 saat kilisede papazla beraber müzik
eşliğinde hareket etsin, isteyen camide imamın arkasında eğilip-kalksın,
isteyen saz çalarak-türkü söyleyerek semah dönsün, isteyen sırtını kamçılayarak
ağlasın, isteyen göğsünü yumruklayarak-tef çalarak hoplasın, isteyen çember
sakal-yeşil takke ile halay çeksin, vehasıl isteyen istediği şekilde neye ve
kime inanırsa inansın. İslamcı yazar olarak nitelenen Abdurrahman Dilipak’ın
deyişiyle, “İnandığı gibi yaşamak, yaşadığı gibi inanmak”. Bunları, bireysel hak
ve özgürlükler kapsamında değerlendirmek mümkündür. Laiklik ilkesini de bu
çerçevede değerlendirmek gerekir.
Ancak, madalyanın ters yüzünü de görmek lazımdır. İşin
örgütlenme yönünü ve burdan hareketle siyasallaşmasını tartışmak gerekecektir.
Denilebilinirki, örgütlenme özgürlüğünün olmadığı rejimlerde bireysel hakların
kullanılmasının pek önemi olmaz.Evet, denetimli bir örgütlenmenin yapılmasından
yanayım. Bu söylediklerimden dolayı, benim sosyalist olmadığım anlamı
çıkarılmamalıdır.
MUSTAFA ELVEREN - EMEKLİ ÖĞRETMEN