TIRKA DEPÊ VE AŞKIN TRAJEDİSİ!
Yusuf Baran Beyi
Çelekas köyü, Devatam mezrası dedikleri; hikâyemizin serüveni ve trajedisinin geçtiği yerdir. Ali’nin özel mekânı tam da burada bulunuyor. Bu serüvenin kahramanı da Ali’nin kendisidir. Devetam deme Cennetten bir köşe söyle. Mala Hambıjigil, hayata ve çevreye verdiği önemden dolayı, oturdukları mekânı, her zaman özenerek bezenerek güzelleştirmişler. Çeşmesi, havuzu ve havuzun içinde sazan balıkları, havuzda yüzen ördek-kazları ve kuşların en hanımı bir çift beyaz kuğusuyla, orada yaşayanların hayatına renk katarmış. Havuzun etrafını süsleyen salkım söğütler, havuzun altında yer alan arazide yüzlerce dut ağaçları ve sayamayacak kadar bağ-bahçe, o mekâna güzellik katarmış. Hele Peri suyunun hışıltısı, karşıda Seyran tepesinden gelen kuşların cıvıltısı, yaşayanlarda, hayranlık ve mutluluk uyandırırmış. Şafakla beraber, dut bahçesinde uyanan seher kuşlarının ve serçelerin ötüşü, adeta bir senfoni yaratırmış. Her sabah, Düzağaç tepesinde ışıldayan Güneş, her daim yeni bir günün kapısını aralarmış. Misafirperverlikleriyle bilinen Mala Hambıjigiller, toplum arasında ağırlıkları olan, toplumda kırgınlıkları, oluşan problemleri barışla hal etmeye çalışan ve sözü dinlenen, hatırı sayılan bir aile olarak bilinmesi, ailenin itibarına itibar katmış. Ali ve ailesi, bu geleneği, bu hatırı sayılır durumu ve misafirperverliği artırarak devam ettirmiş.
Bilindiği gibi, Ali yê mala Hambıji, Çelekas köyünün Devatam mezrasında yaşayan, hanedan bir ailenin mensubudur. Bölgede, Hizol aşiretinin önde gelen önemli bir ailesidir. Ali, yürekten ve bilekten yana korkusu yoktu, göz-gez ve arpacıktan gözünü kaçırmayan, dolu-dizgin çılgın Mayıs kısraklarının süvarileri gibi, engel tanımayan, geceleri bile yol-yolak giden gözü kara bir yiğitmiş. Yiğit olduğu kadar, yakışıklı bir civanmış Ali. Gel zaman git zaman Ali, Dep’te güzelliği dillere destan, Tırk-a Depê(Asıl adı Elif’tir. Biz pratik hayatta, söylenen ismini kullanacağız.) denilen bir kıza gönlünü kaptırır. Tırkê’nin ailesi ile Ali’nin ailesi arasında hem inanç, hem de etnik olarak farklılıklar vardır. Bu farklılık, Ferhat ile Şirin’in arasına giren dağ gibi engel oluşturur.
İki genç, birbirlerini gördükleri anda, âşık olur ve gözleri başkalarını görmez. Ali’nin ailesi, sessiz sedasız bir şekilde ulak gönderir Tırkê’nın ailesine. Ancak kızın ailesi bu teklifi elinin tersiyle iter. Bu haberi işiten Ali, lav püskürmeye hazır bir yanar dağ gibi, yüreği uğuldamaya başlar. Bundan başka yar sevmem diyen Ali, ölürüm de Tırkê’yi alırım diyor, başka bir şey demiyor. Ali’nin bu deli divane sevdasını işiten eş-dost harekete geçer. Araya birçok hatırı sayılır yeni kişilerin girmesine rağmen, iki gencin birbirlerine kavuşmaları mümkün olmuyor. Bunun üzerine Ali, plan üstüne plan yapar. Sadık dostlarıyla konuşur, bir yol bulmaya çalışırlar. Ali’nin gündüzü geceye döner. Bir ayağı Devetam’da ise diğer ayağı Dep’in diyarındadır. Ali’nin yüreğinde bir ateş harlanıp durur. Peri nehrine iner, derdini ummana döker gibi, peri suyuyla ve suda ki balıklarla konuşup durur. Onca yalvarıp, avuç açtığı ne Hak kendisine bir yol açar, ne de dostların çabaları bir sonuç verir. Bunca uğraştan sonra, Ali’ye bir tek yol kalır. O da kızı kaçırmaktır. Hemen harekete geçer. Aşireti olan Hizol aşiretinden eli silah tutan, sadık dostlarının bulunduğu Kar-ê(Kardere) köyüne haber salar. Haber alınır alınmaz hemen kısa sürede hazırlıklar tamamlanır. Rivayet odur ki tam 39 kişi silah kuşanır ve Devetam’a doğru yola çıkarlar.
Ali ise evde her türlü hazırlığını tamamlamak için, yoğun ve heyecanlı bir çalışma içine girer. Ali, gece evdeki ailesiyle helalleşir. Seher kuşları uyanmadan, tabancasını beline takar, büyük silahını da omzuna atar, evin kapısından da rızalık alıp, evden ayrılır. Peşinden kapıya çıkan yaşlı annesi, gözyaşları içinde ve dualarla Ali’yi uğurlarken, bir şey dikkatini çeker; “Oğul savaşa mı gidiyorsun? Neden o kadar silah kuşandın?” diye sorunca, Ali; “Oxi ağalarının topraklarından geçiyoruz. Kız kaçırdığımızı öğrenirlerse, silahtan başka kimse bizi kurtarmaz.” diyen Ali, dönüp tekrar annesinin elini öper ve evden ayrılır. Havuzun başına geldiğinde, birden aklına Hızır gelir. Onun için dönüp, Peri suyuna doğru iner. Dosdoğru Hambıjilere ait Hızır taşının başına gidip, Hızır’ı niyaz eder. Kureyş’e seslenir ve dönüp Düzgün Bawa’nın kendisine yar ve yardımcı olması için yakarır. Oradan ayrılıp, kendisini bekleyen 39 kişiye katılmak üzere “Ya Hak, ya Xızır! Beni mahcup etme.” der ve yola koyulur.
Bir tarafında yiğitlerin yiğidi bir civan, diğer yandan güzelliği dillere destan Depli bir dilber(Dilbera Dersimê). Bir taraftan Dep’in köklü bir ailesi olan Mala Musa ve Mala Mıstefa’yê Eyşanê, diğer taraftan, Çelekas/ Devetamlı Hizol aşiretinin xanadanı, mala Hambıji ailesi karşı karşıya gelirler. Gel gör ki, insanların gelenekçi iradesi, bu aşkın muhatapları arasında kalın duvarlar örer. Yaşanan bir kara sevdadır. Giyilen, aşkın ateşten yakıcı gömleğidir. Sevdiğine ulaşan, saadet bahçesinde aşkın şarabını içer, aşkını kaybedenler ise, gözyaşı içinde deli-divane olup, cihanı dolaşır. Burada nefeslenip, kara sevda ve aşkın bin bir haline, bir anlatıyla devam edelim. Öyle bir anlatı ki; geçmiş dönemde gelenekçi yapısından dolayı, aşka dair yaşanan trajediye ayna tutacaktır. O derin vadilerde, o dağların gediğinde, aşkın ve âşıkların yaşadığı trajedilere götüreceğim sizleri.
Aşkın yolcuğuna ve yolcularına merhaba. Uzak dağların ardında firari aşkların-aşıkların yüreğine sıkılan kurşunların, hazin öyküleri şiire ve türkülere konu olması, sevmenin ve sevginin ne denli zor bir iklimde yaşayıp büyüdüğünü bize göstermeye yetiyor.Törenin eli kanlı avcıları, koy-koyak iz sürerek, aşkı bedensel evinde öldürmenin ağıtsal sesi, her dem dağlarımızda yankılanmıştır. Boyunlarında çapraz fişek-ellerinde Martin tüfek, bir dağın gediğinde kurşun sıkılır, aşkın nazlı ve kutsal bedenine. Kan sızar toprağa, sevginin gözyaşları karışır, sabahın seherine. Öyle ki sabahın seher kuşları, bu seramoniye tanık olurlarken, avazları yürek yakarmış.
Aşkın dağlardaki kederli serüvenidir, şiirdeki o ağıtsal çağrısı.Yoksa ağıtlardaki o yangın neden can yaksın? Deniliyor ki; “Her düğün, aşkı öldüren törensel bir ritüeldir.” Doğru söze ve şaire, haşa sözüm yoktur. Uzak dağlarda, aşkın ve sevdanın bir yanı tufan, bir yanı dağdır. Aşkın dağları, her zaman mıj-u dumandır. İşte o zaman, sevdalı yürek, kurşunun menzilinden kurtulmak için, sığınacak bir yer arar. Koy-koyak, iz-izlek sürülür, üç iklim yedi cihan! Sonra iki nazlı ceylan gibi mağrur ve masum, iki çift yürek, bir bakmışsın ki töre avcılarına av olmuş. Bu topraklarda bunun gibi nice trajediler olurken, şairin dediği gibi; “Gel de haberi nerden verek?”
Sabahın seherinde, aşkın sıcak koynunda yakalanır apansız, sevdanın yiğit civanları. Vurulur, sorgusuz sualsız! İşte o zaman şairin yazdığı mısralar hatıra gelir; “Ayrılığın zorlaştığı yerde, bir mülteci hüznüne döner artık o kentler” o dağlar ve hüzün yüklü yürek! Ali’den önce nice âşık ve kara sevdalı civanlar, dilberler o topraklarda vurulmuş, feryat figan eşliğinde yitip gitmişler!
Bu aşktır gözükara ve söz dinlemez. Engel tanımaz, adeta bir fedai gibi; “Ya ölürüm ya da öldürürüm!” der. Hele söz konusu, adını dağlara nakşeden Ali gibi bir yiğidin aşkı ise, bunu durdurmanın imkanı yoktur. Çevrede bilinen şan-şöhretinin yanında, boyu-posu ve yakışıklığıyla, Tırka Depê’yi ciddi şekilde etkilemiş biridir Ali. Bu aşk, tek taraflı kandil gibi yanan bir sevda değilmiş. Tırkê’nin de kalbinde yalp yalp yanan bir ateş varmış. Ali’nin görkemliğinin yanında, karşısında güzelliği dillere destan, Dep’in en güzel kızı olması, olaya başka bir boyut kazandırmış. Ali deme, Şêr-ê Şam’ê söyle. Silah kullanmasından, korkusuz oluşuna kadar, şer işine girdiği vakit, adeta cenk edermiş. Ali’yi büyüleyen Tırkê’nın kara sevdası, Ali’yi ha bire Oxi vadisine çekiyormuş. Bir ayağı Çelekas-Devetam toprağında ise diğer ayağı Dep’ın diyarındaymış. Ancak inanç ve etnisite farklılığı nedeniyle, kader ağlarını kötü örmüş. Ama Ali, bir kere Tırk-a Depê’de karar kılmış. İşin içinde ölüm de olsa, o iş olacakmış. Onun için, Tırkê’yi elde etmek için, plan üstüne plan yapmaya başlamış.
Bizim oralarda aksakallıların hep söylediği bir söz var; “Gırane derdê dılan, em çıbıkın va qöl-u derdan?” Ali’nin durumu, söylenen bu sözden farksızmış. Ali, bölgenin en güzel topraklarında yaşarmış. Evlerinin önünü süsleyen havuzu, havuzda sazan balıkları adeta bıyıklarını tarar, birbirleriyle oynaşırlarmış. Salkım söğütlerin dalları arasında serçeler, Ali’nin sevdasına dair, hep aşkın türküsünü söylerlermiş. Ali’nin dillere destan aşkına, kimi üzülürken, kimi de çelmelermış. Her bir kem bakış, amansız kementler atarmış firari aşıkların yoluna. Genç ömürlere, kara ölümler biçilir, kılıçtan keskin bir dil, olur olmaz gelir yürek yaralarmış. Gecenin bir yerinde yol-yolak kesilir, ihanetin acımasız töresel kılıçları, kınından çıkar, laş bir yana aşk bir yana düşermiş! İşte Ali, böylesi kanlı ve pusu-pusatın olduğu topraklarda ateşten bir aşk, kara bir sevda yaşıyormuş. Çaresi yok, kazanmak için vuruşacaktır. Nitekim o yolu seçer Ali.
*********************
Şimdi de sizleri bu kez Tırkê’nın yaşadığı yer olan Dep diyarına götüreceğim. Bakalım orada neler olup neler bitiyor? Tırkê kimdir, kimlerdendir? Ailesinin Dep’teki konumu nedir? Tırk-a Depê’yi isteyenler gibi, Dep diyarına gidip, Hak’ın misafiri sıfatıyla, olup-bitenlere tanık, yarenlerle tanışıp haldaş olalım.
Bu aşkın büyüleyici fenomenin sahibi, Tırka Depé’nin dedesinin adı: Musa’dır. Onun için kendilerine Mala Musa denirmiş. Bir iddiaya göre, Mala Musa’nın, kökeni Ermeni olduğu şeklindedir. Ancak aile Sünnilerin içinde yaşadıkları için ve o dönemde bölgeye hâkim olan Necip ağanın büyük etkisi sonucu farklılaşmışlar. Mala Mıstafayé Eyşané, Musa’nın akrabası ve komşularıdır. O dönem tüm komşuları Ermeni’dirler. Mıstafayê Eyşan’ın torunlarından olan Turan Hoca, kendilerinin Konya’dan geldiklerini, bu gidişin, Konya’dan tekrar geri gelmek gibi bir durumu olabileceğini belirtirken, Mala Musa ile eskiye dayalı bir akrabalıklarının olduğunu söylüyor. Ancak ‘oturdukları yerleşkede komşularının çoğunun Ermeni oldukları, yakın zamana kadar gelip gittiklerini, arada bir kendilerini sorduklarını’ şeklinde bir açıklamada bulunuyor. Ermeni ailelerinin adlarını şöyle belirtiyor Turan hoca;
Mala Görxê, Mala Melê, Mala Boğé Mala Xaço, Bunun yanında Karaboğa ve Sarıkaya soyadları alan Ermeni aileleri olduğu bilinmektedir. Şökê Fıle denilen usta Sarıkayalardanmış. Marduk ustanın adı daha sonra; değiştirilip Yakup olarak yazdırılıyor. Yakup’un bu isim değişikliğine dair, bir de bir hikâyesi vardır. Yakup’un asıl adı Marduk’tur. Marduk aynı zamanda bir demirci ustasıdır. Bir gün köylünün biri Marduk’a bir dara yaptırır. Bu darayı yıllarca kullanır. Gün gelir dara eskir. Ancak aradan yıllar geçmiştir. Köylü bir gün yine Marduk ustanın yanına gelir; “Bana bir dara yap” der. Marduk, yapmış olduğu daralardan birini köylüye verir. Ancak bu kez dara fazla dayanmaz ağzı körelir. Tekrar Marduk ustanın yanına gelen köylü, şikâyetini dile getirir. Bu daranın neden bu kadar dayanıksız olduğunu sorar. Marduk “İlk darayı, Ermeni Marduk usta yapmıştı. Sana verdiğim son darayı ise Yakup usta yaptı. Bu da Marduk usta ile Yakup ustanın farkıdır.” Der.
Bu güzel anının anlatısından sonra, tekrar konumuza dönecek olursak. Turan Gürses’in büyük dedesinin adı, Mıstafa yê Eyşanê’dır, Turan hocanın ninesinin adı ise; Sarê’dır. Babasının adı: Abdurrahman. Annesinin adı: Pembe’dir.
Tırk-a Depê’nın anne tarafı Mala Musa’ya dayanıyor. Mıstefa’yê Eyşan’ı Musa’nın damadıdır. Yani Tırkê, Musa’nın torunu oluyor. Musa ailesi ile Mıstefa’yê Eyşanê böylece akraba oluyorlar. Dep’te Musa’nın insanlığı, zenginliği, iş yapma yeteneği, konuşması ve hukuku dillere destanmış. Bir söylentiye göre vakti zamanında Dep’te yapılan evlerini her taşında ve harcında Musa ve Marduk’un el emeği, alın teri varmış. Değirmenden tutun da duvar ustalığı ve tarım işine, demircilikten, el sanatlarına kadar ellerinden gelmeyen iş yokmuş. O dönemde bölgemizin genel yapısına baktığımızda, bu tür yeteneğe sahip ve bu işleri yapan kişilerin tümünün Ermenilere ait olduğunu görebiliriz. Büyük amcam; “Ermeni dostlarımız gidince, ustalık ve sanatkârlık bakımından bu memleket çöktü.” Deyip dururdu. Bir ifadeye göre, Musa, kız verme nedeniyle her ne kadar Gürseslerle(Mustefayê Eyşanê ile) akraba olmuşsa da etnik olarak, Marduk ustayla aynı kökenden geliyormuş. Böyle iddia edenler de varmış. Yani mala Musa ailesi Ermeni kökenli olduğu söylenmektedir.
Dep’e dair bu açıklamayı yaparken, Devetam’dan yola çıkan Ali, o otuz dokuz kişi ve Ali’nin Müsayibi olmak üzere, Dep’in yolunu tutarlar. Nihayet Dep’te bir dostun evine varırlar. Sonra Tırkê’ye gizliden haber gönderirler. Tüm hazırlıklar tamamlandıktan sonra, karanlığın basmasıyla, kız kaçırmak için harekete geçilir. Ancak Tırkê’nin ailesi, bu durumdan haberdar olmuştur. Kimine göre, Ali’yi gören Fızıl Beko’nun biri, Tırkê’nın ailesine haber vermiştir. Aynı şekilde bu duyumu alan Ali de kaçırma işini bir gün erteler. Ali, bir gün sonra, mahallede yakını olan bir kadının aracılığıyla Tırkê’ye; “Bu gece Ali seni kaçırmaya gelecektir. Ona göre her türlü hazırlığını yap ve gerekli gördüğün tedbirleri al.” Şeklinde Tırkê’ye haber sızdırır. Akşamın geç saatlerinde insanlar derin uykularında iken, Ali’nin silahlı aslanları evin etrafını sararlar. Tırkê’nın ailesi, kaçırma işine karşı, kapıyı kilitlerler, pencereleri de sıkı bir şekilde kapatırlar. Ancak uyku esnasında Tırkê, sessiz bir şekilde kalkar, kilidi açar ve anahtarı da yanına alır. Nitekim her tür tehlikeye karşı, tedbir olsun diye, Tırkê, gece annesi ile gelinin arasına yatırılır.
Rivayet edilir ki; grubun sorumlusu, Ali’nin kirvesi Bekê’dir. Bekêgil, bölgenin yiğitlerindendir. Ayrıca Bekê’nin çok güvendiği, buğdayı parmaklarıyla un ufak eden aile dostu, Temır de bulunmaktadır. Gecenin sessizliği içinde, önde Bekê ve Temır olmak üzere, on iki silahlı adam, zorluk çekmeden içeriye sızarlar. Bu on iki kişinin görevi, içerde bulunan erkeklerin ellerini bağlayıp, ağızlarını kapatmaktır. Bunun nedeni evin insanları zarar görmesin ve kan dökülmesin. İkincisi, silahlar patlarsa, Oxi ağalarının silahlı adamlarıyla çatışmaya gireceklerdi. Bu da ağır bir sonuç doğuracaktı. Ali, ısrarla bundan kaçınıyordu. Tüm planlarını, çatışmasız bir eylem üzerinde kurgulamıştı.
Bu plan, sadece kızı evden alıkoymakla sınırlı değildi ve iş onunla bitmiyordu. Yolculuk yapacakları yol haritaları da belliydi. Dönüş yolu, Oxi dersi üzerinde, bugün ki Karapınar yönünde olmayacaktı. Orası Necip ağanın kontrolü altındaydı ve oldukça riskli bir yerdi. Onun için Golan’a doğru yekpare bir şekilde uzanıp giden sık ormanlarla örtülü, Çıle dağından gideceklerdi. Oradan da Badran köyü üzerinde, Kortan’daki dostlarına ulaşacaktı. Sonrası artık kolaydı. Oxi deresinin Peri suyuna döküldüğü deltada bulunan değirmenler üzerinde, nahala Zeğelan’dan Devetam’a varacaklardı.
Öncü ekip işlerini bitirdikten sonra, Tırkê’yi teslim alacak olan ekip içeriye girer. Ancak içeride, beklenmedik bir durumla karşılaşırlar, Üç kadın, üçü de birbirinden güzel. Hangisinin Tırkê olduğunu seçemezler. Dönüp Ali’yi çağırırlar. “Hangisi Tırkê olduğunu seçemedik.” Diyorlar. Ali hemen içeriye girer. Ali’nin sedasını işiten Tırkê, Ali’nin cismini de gördükten sonra, hızla Ali’ye doğru hamle yapar. Tırkê ,Ali’ye teslim edilir edilmez, evden uzaklaşıp yola koyulurlar.
İlk plan, sorunsuz bir şekilde gerçekleştiği için, Ali ve dostları sevinçlidirler. Gürültü-patırtı olmadan, Yenimahalle’yi geçip, o kırk bir insan, heyecan ve endişe içinde Çıle/Çile dağına tırmanırlar. Belirledikleri güzergâhtan yürüyüp, kazasız-belasız bir şekilde nihayet, aşkın ve mutluluğun yuvası olan Devatam’a varırlar. O otuz dokuz kişiden, otuz kişisi köylerine dönerlerken, dokuz kişi ise, güvenlik nedeniyle bir süreliğine Devetam’da kalırlar.
Ali gittiğinden beri, Ali’nin yaşlı annesi ve ailenin diğer bireyleri, yastığa baş koymamışlardı. Dört gözle Ali’nin dönüşünü beklemişlerdi. Onun için tüm dikkatleri, Ali’nin geleceği yola vermişlerdi. Tırk-a Depê, Devetam’a ayak bastığı sırada, Düzağac’ın ufkunda sabahın aydınlığı sökmek üzereydi. Ali ve dostları, dut bahçesine girdiklerinde, köpeklerin havlamasıyla ailenin bireyleri hızla dışarıya koştular. Evin en heyecanlısı ve de en yiğit kadını Senê, fırtına gibi evden kopup gitti. Gelenler daha çeşme başına varmadan, Senê, çoktan gelini Ali’nin elinden teslim almıştı. Tırkê artık Senê’nin emanetindeydi, adeta Tırkê’nin ailesinden biriymiş gibi, ona sahip çıkar. Aradan üç gün geçtikten sonra, ailenin Reyberi olmak üzere, üç insanı kâmil, Dep’in yolunu tutarlar. Tırkê’nin ailesine varıp, ailenin büyüğüne; “Namusunuz, namusumuzdur, kızınız kızımızdır. Her türlü hassasiyet gösterilmiş ve gösterilecektir. İki genç insan birbirlerini sevmişlerdir. Onları baş göz etmek bize düşer. Zorluk çıkarıp, yeni husumetler yaratmak, hem iki aile için, hem de bölgemiz için kötü olaylara neden olur. Aklıselim ve Hak’ın kelamı bize diyor ki; buna gerek yok. İki ailenin dost ve akraba olması, iki toplum arasında iyi ve güzel diyaloglara vesile olacaktır. Bir yabancı olarak, onurumuzla hanenize geldik, bize şeref ve onur vererek, akraba olup bu kapıdan çıkmak istiyoruz.” Diyen Sey Bayê, renklerden oluşan gelin duvağını, heybesinden çıkarıp, öpüp alnına koyduktan sonra, usulca muhatabına uzatır. Ardında Bekê, Tırkê’nin göndermiş olduğu işlemeli beyaz mendili, yanında götürdüğü gümüş tasın içine koyup, nezaket içinde, Tırkê’nin annesine sunar. Bu ritüeller, bu işin zorla yapılmış bir kaçırma olmadığına, kızın kendi rızasıyla gittiğine, Ali’yi kabul ettiğine dairdi. Aynı şekilde bundan dolayı namus ortakları olduklarını, bu işin suhuletle hal yoluna gidilmesini istiyorlardı.
Bu ziyaret sonucu, nihayet Tırkê ile Ali’nin evlilikleri kabul edilir. Ancak yine de iki aile arasında kırgınlık devam eder. Görüşmeden dönen aracılar, sevinçli haberi aileye verir vermez, hemen düğün hazırlıklarına başlarlar. Üç gün üç gece davullar susmaz. Havuzun başında masalar dizilir, yemekler yenir. Evin önündeki meydanda sabahlara kadar türküler söylenir, halaylar çekilir. Bukê Bağinê düzü Çewliğe atlar koşulur, yiğitler ve civanlar atların sırtında, gözü kara bir şekilde ciritlerle vuruşurlar. Atlar ve atlılar yaralansa da suhuletle atlar evlere çekilir. Dini nikâh kıyılır, mutluluk şerbeti içilir, derken gelen misafirler, karınca misali yorgun ve hoşnut bir şekilde evlerine dönerler. Kısa sürede iki sevgilinin destansı aşkı, iki ailenin arasındaki buzları eritir. Asıl acıklı hikâye bundan sonra başlar.
Tırké’yi canından çok seven Ali, dünyanın en mutlu insanıdır. Tırké de aynı duygular içindedir. O yörede, ikisinin sevgisi ve aşkı çevredeki insanları kıskandıran bir ilk olur. Aşkları ve sevgileri çevre köylerde dilden dile dolaşır. İnsanlar, mutluluğun resmini ilk olarak onların yaşamlarında görürler. Aşkın ve sevginin cevherini Ali ile Tırké’nin ilişkilerinde gördükçe, insanlar birbirlerine değer vermenin büyük ve derin anlamını fark ederler. Ali ile Tırké’nin aşkı bölgede dilden dile dolaştıkça, bir efsaneye dönüşür. Yöre halkı, doğan çocuklarına, onların isimlerini verirler.
Ali, hiçbir zaman Tırké’nın ismini diline almaz. O, hep “Delal’a mın” ya da “Delal” diye hitap edermiş. Ali, tarladan veya bağdan geldiğinde, Tırké onu evin önündeki çeşmede hep karşılarmış. Yüreğinin içindeki en güzel sözlerini orada birbirlerine söylüyorlarmış o dönemde. Yadırganmış olsa da onlar bu durumu, büyüleyici ve efsanevi aşklarıyla herkese kabul ettirirler. Dolayısıyla onların sevgi dolu bu düetleri hoş karşılanırmış. İkisine çok yakışan bu davranış şekli, bir ritüel olarak onların güzelliklerini tamamlıyormuş. ‘Güzele ne yakışmaz ki?’ misali, her figür, her davranış ve her söz, sanki sadece onlara aitmiş gibi kabullenirlermiş.
Ali ne kadar yorgun olursa olsun, Tırké’yi her gördüğünde, onu hep güler yüzle, aşk ve sevdayla karşılarmış. İçinden gelen en güzel sevgi sözcüklerini ona söylermiş. Tırké de aynı şekilde ona yanıt verirmiş. Tırkê de sevgisini belirtmek için, çeşmeye gidip, onun ayaklarını kendi elleriyle yıkarmış. Ali bu esnada içindeki aşkın türküsünü ona mırıldanırmış. Bu ilişki şekli, akşamların bu güzel düeti, Ali’nin tüm yorgunluğunu alırmış. Mutluluk ve huzur içinde yaşarlarken, ne yazıktır ki, bir akşamüstü kazası, onların mutlu hayatına ve büyüleyici aşkına mal olur.
Akşamüzeridir, Ali çift sürmekten gelir. Çeşmenin başına vardığında, gözü evinin kapısındadır. Her zaman olduğu gibi, Tırké’nin evden çıkmasını bekler. Ancak sevdiği Delal’ı bir türlü kapıdan görünmez. Bir iki seslenir. Delal hamurlu elleri, sevgi dolu sözleri ve mutluluk ışıldayan güler yüzüyle kapıdan görünür. Ancak Tırkê hayli gecikmiştir. Ali fena halde alınmış ve hırslanmıştır. O anda, alışıla gelen duygularının tufanına kapılır. Çeşmeden gelip, Tırkê’nın yanından geçen Ali, hoşnutsuzluğunu belirtircesine elindeki Gisin’ihırsla yan tarafa fırlatır. Gisin, taşa denk gelir ve dönüp Tırké’nin karın boşluğuna saplanır. Tırké; “Ax! Canê mın te çıkır?” der ve kanlar içinde yere yıkılır. Büyük zorluklarla var edilen büyüleyici o aşk, orada gözyaşları içinde kana bulanır. Ali, adeta kalbinden vurulmuş gibi ne yapacağını şaşırır. Şaşkınlık içinde; “Ax! Mın çıkır?Xali lı sere mıniwi” diye feryat-figan eder. Hemen yerden kan içinde yatan, Delal’ının üstüne kapanır. Ama destanlaşan o aşk, orada kan içinde kızıla döner. Göz kapanır ve ışıklar söner! Geriye, Mem gibi çile dolduran ve bir daha hiç evlenmeyen Ali’nin yanan kuru cismi kalır!
**************
Devetam’da bu trajediler yaşanırken, Dep diyarında, Tırkê’nin dedesi Musa’nın evinde bir talan olayı yaşanır. Talanın nedeni, kız kaçırma olayına dayanır. Talihsiz olay şöyle gelişir; Zelxêdêr’de bir kız kaçırılır. Kızı kaçıran Mala Musa’ya sığınmak zorunda kalır. (Çünkü Mala Musa, Dep’te tanınan ve sözü geçerli olan bir ailedir.) Dolayısıyla olayı barışla sonlandırmak, Musa’ya düşer. Musa, olayın çözümü için çalışma sürdürürken, bir gece vakti, beklenmedik bir şekilde kapı çalınır. Evin kadını hemen kapıya koşar. “Kim o” diye seslenir. Karşı tarafta “Kirveniziz, Palu’dan gelmekteyiz” diye yanıt verilir. Bu sesi işiten kadın, kapıyı açar. Birden öfkeli on silahlı adam içeriye dalar. Evin her tarafını ararlar-tararlar, ne yazık ki kaçırılan kızı evde bulamazlar.(Anlaşılan Musa, daha önceden gerekli önlemi almıştır.) İyicene sinirlenen baskıncılar, evden ne var ne yok, her şeyi talan ederler. Gelen yüzlerce Zelxêdêrlı eli boş dönmez. Ancak aralarında eli boş kalan biri var. O da gidip kapıya dayanır, işlemeli dış kapıyı yerinden söker, sırtına alıp gider.
Mala Musa, Depé’nin zenginlerinden biridir. On iki çift öküzle tarım yapıyorlarmış. Onun için kız kaçıran adam, kızı buraya getirmiş. Mala Musa’nın evinin karşısında Kulubaba’nın yanı başında, Çıle dağı yekpare bir şekilde devam edip gider. Evlerin yüz metre aşağısında Oxi deresi akar. O zamanlar en büyük yerleşim alanı, Şadi aşiretinin Sünni kolunun ağası Necip ağanın hüküm sürdüğü Oxi yerleşkesi bulunmaktaydı. Dep bugünkü merkezin olduğu yerde, küçük bir köymüş. Mala Musa da o küçük köyün dere tarafına bakan evlerde yaşıyorlarmış. Dediğimiz yer, bugünkü terminalin kuzey doğusuna düşmektedir. Oxi denilince, Necip ağadan söz etmeden geçmek olmaz. Necip ağa, o bölgede devletin gözde adamıdır.
1938’de Dersim vurulurken, Necip ağa, devlete çok yakın çalışan biri olarak bilinmektedir. Necip Ağa, ağalığının yanında, o dönemlerde bölgenin nizamını ve adaletini sağlayan yetkili bir kişi olarak hüküm sürüyormuş. Emrinde onlarca silahlı adamı vardır. Haber gönderdiği kişi veya kişiler mutlaka bu emire boyun eğmek zorundadır. Aksi halde gereken yapılırdı. Söylenti odur ki; bir gün Necip ağa Alıkan’da ikamet eden Têrowé Usé Xecé’ye haber salar ve yanına gelmesini emir eder. Ancak Têro, aynı gün gitmez. Necip ağa buna fena halde öfkelenir. Yanında silahşor olarak çalışan, Hesé Gıjık(Gıjê) ile Kadê Bandan adında silahlı iki kişiyi, Têro’yu vurmaya gönderir. İki silahşor gecenin karanlığından yararlanarak pencereden Têro’nun yatak odasına kadar sızmayı başarırlar. Têro, yatağına koyduğu silahı ile uyuyormuş. Pencereden Têro’nun yüzüne ay ışığı vurunca, Têro’nun yüzünü ve boyunu-posunu gören Kado, Têro’yu vurmaya kıyamıyor. Yastığının yanına uyarı mahiyetinde iki kurşun koyup, geldikleri gibi evden ayrılırlar. Necip ağaya gidip; “Evet ağam, görevimizi tamamladık” diyorlar. Bu sözü işiten Necip ağa, birden bire pişmanlık duyar. Kendi kendine; “Galiba yanlışlık yaptım. Bir anlık öfkeme kapıldım. O insan vurulacak adam değildi.” diyor. Ancak Têro, sabah aydınlanır aydınlanmaz, yatağından kalkar ve yastığının yanına konulan kurşunları görür. Kurşunların kime ait olduğunu anlayan Têro, dosdoğru Necip ağanın konağının önüne sürer atını. Necip ağa, Têro’yu atın üstünde görünce, gözlerine inanmaz. Şaşkınlık içinde kalır. Diğer yandan Têro’yu sağ gördüğü için sevinçlidir. Ama Têro’nun hışmına uğramaktan da endişelidir. Fakat Têro, öfkeden kudurmuştur. Kan düşmanıymış gibi, Necip ağaya bakar. Bir hayli muhatabıyla bakıştıktan sonra, Necip ağanın yüzünden ki tebessümü görünce, öfkesi yavaş yavaş dağılır. Têro, Necip ağaya; “Pıxo yê mın işim vardı, hemen gelemedim. Beni öldürmen mi lazım? Bir insanı öldürmek o kadar kolay olmamalıdır.” deyince, Necip ağa; “Bir kere mermi namludan çıktı. Pişman oldum, ama iş işten geçti. Seni karşımda sağ gördüğüme ne kadar sevindiğimi görmüyor musun?” der. Pişmanlığını belirten Necip ağa, Têro ile oturup hayli sohbet ettikten sonra, kavgasız ve kansız bir şekilde, iki dost olarak yollarına devam ederler.
Dep diyarından bu alengirli durumlar başını alıp giderken, Devetam’da Ali’yê Hambıji, çile doldurmakta. Deli divaneler gibi, kâh ırmak boyunda, kâh dağların seyrinde, yaptığı anlık hatadan dolayı, Pepuk kuşu gibi ağıt yakmakta. Ali deme, divane olmuş Mecnun, kandil gibi gün be gün eriyen Mem söyle. Tırkê’nin ölümünden sonra, Ali’nin gündüzü geceye döner. Ne yediğinden bir şey anlar, ne de içtiğini bilir. Harara sığmayan o yiğit, heybeye girecek derecede bir çilekeşe döner. Deli divane olur. Çoğu zaman, Tırkê’nın mezarının başına gidip, gözyaşı eşliğinde ağıtlar yakar. Karanlık çökse de mezar taşına başını koyup, sabaha kadar uyuduğu geceler olur.
Ali, Tırka Depê’nin tahlisiz vefatından sonra, bir daha evlenmez. Her ne kadar Kıwar(Kibar) adındaki küçük kızından teselli arıyorsa da içinde yanmakta olan ateş, yavaş yavaş Ali’yi ölüme götürür. Ali, Hak’ka yürüdükten(başını toprağa koyduktan) sonra, Tırka Depê’nin huzuruna çıkıp, içindeki yaraya merhem bulup, aşk ateşini söndürüp söndürmediğini elbet bilmemiz imkânsızdır. Ancak mezarının başına dikilen iki gül, her bahar açar, kokularını etrafa salar ve zamanı gelince solar. Mezarının yanı başında meşe ağaçlarının dalları arasında kuşların cıvıltısını, onlara söylenen bir ağıt olarak düşünen aile bireyleri, yıllarca her iki kadersiz aşığı anarak unutmamaya çalışırlar. Ancak aradan yıllar geçtiği ve mezarlarının bakımı yapılmadığı için, mezarları doğal şekliyle orada duruyor. Sanki ne o dağların yiğidi Ali, ne de dillere destan Tırka Depê, o diyarda yaşamış. Her ne kadar anılarına dair, bir anıt mezarları olmasa da yöremizin dengbeji Bayê Helo ve daha sonraları, Kekê Koçê’nın duyarlılığıyla söylenip devam eden ağıt sayesinde, kederli ve kadersiz her iki âşık, halen capcanlı olarak aramızda yaşamaya devam ediyorlar. Onların anıları ve aşkları önünde saygıyla eğiliyorum. Ayrıca tarihi bu aşk trajedisini söze döküp, sonrasında da sazın tellerine vurup dile getiren Bayê Heylo’ya ve Kekê Koçê’ye şükran borçluyuz.
Ali’nin bu aşk trajedisi ve divane hali, neticede yörenin dengbejlerine ulaşır. Dengbej Bayê Heylo, Ali’nin bu trajedisini, ilkin söze döker, sonra sazın teline vurur. Bayê Heylo, uzun boylu, yakışıklı baba yiğit, dedikleri gibi atlettik bir vücuda sahipmiş. Güzel söz söyleme, atışma, ağıt ve mani gibi söylemleri kullanarak ve çok güzel bir ses ile aşk türkülerini dile getirmesiyle(Tırka Dêpê aşk ağıtını dile getiren şahıs), tanınan ve sevilen dengbejler arasında yer alan önemli şahsiyetlerdendir. Bayê Heylo Teman vadisinde doğup büyümüştür. Doğaçlama yeteneği(Hazır cevap) olduğu için, bölgenin ileri gelenleri onu hep beraber götürürlermiş. Müthiş bir söz ustası ve çalıp söyleyen bir dengbejdir. Keko Demirkıran(Kekê Koçê) Mazgirt ilçesine bağlı, Muxundu nahiyesinin Goman(Yaşaroğlu) köyünün, Teman mezrasında 1336/ 1920 yılında doğar. Apê Keko, henüz altı aylık iken babası Rus savaşına katılır. Baba Sadık cepheden bir daha geri gelmez. Annesi Koçer/Koçê beş çocuğuyla dul yaşamaya devam eder. Koçer’in oğlu olan Apê Keko, ilk evliliğinde ne yazık ki beş çocuğunu ve karısını yakalandığı bir hastalık nedeniyle kaybeder. Üst üste üç evlilik yapar. Bölgenin en bilinen dengbeji olur. Son evliliğinde beş kız, dört erkek çocuğundan, bir kız dört erkek çocuğu kalır. Yaşamı saz çalıp, yörenin türkülerini dile getirmekle geçen Apé keko, 06 Eylül 1992 yılında Hak’a yürür. Tırka Depé dramsal türküsü, ‘Apé keko’nun ilk yazıp bestelediği türküdür’ denilmektedir. Türkülerini hayat öyküsüyle beraber okurdu. En iyi okuduğu serüvenli türküsü, Memé Alan’ın türküsüdür. Bir başka söyleme göre de Tırka Depê ağıtının, söz ve bestesi, yine bölgemizin ünlü dengbeji Bayê Heylo’ya ait olduğu iddia edilmektedir.
Ali, Tırkê ve o dönemdeki aileleri, yüz yıl öncesinde, Hak’ın rahmetine kavuştular. Çok sonraları, bu aşk trajedisini söze dökerek, o acı öyküyü bugüne ulaşmasını sağlayan dengbejlere de Hak’tan rahmet dilerim. Ali ve Tırkê, bu dünyada aşklarını doya doya yaşama şansını bulamadılar. İnancım odur ki; Şarıl şarıl aşkın şarabının aktığı, bin bir kuşun şakıdığı gül bahçelerinde yerlerini almışlardır. Temenni ederim ki, Hak’ın kendi güzel kullarına kapı açtığı, Cennet bahçesinde yaşıyor olurlar.
Önemli Bir Not;
Gerek ağıtı dinlerken, gerekse şiiri okurken, Kürtçe dilinin ne hale geldiğini gördüm. Türkünün sözlerine baktığımızda, yöresel Kürtçe’nin yanında, hayli Türkçe sözcüklerin girdiğini ve orijinalinin bozulduğunu fark ettim. Bu ağıtın, ilk başta böyle olma ihtimali yok gibi görünüyor bana. Çünkü bu ağıtı yazıp söyleyenlerin, o dönemde doğru-dürüst Türkçe bilmediğini biliyoruz. Onun için, daha sonraki dengbejlerin, var olan şiirin sözlerine Türkçe sözler ekledikleri ihtimali üzerinde durmak lazım. Kullanılan dilin marazi halinden dolayı, Tırka Depê ağıtının sözlerinin sadece bir kısmını yazacağım. İlgili ağıtın sözleri, “Munzur” dergisinden alınmıştır.
Yusuf Baran Beyi-Eğitimci ve gazeteci yazar.
TIRKA DEPÊ AĞITI
Delal wez derket bîlmezê li dîyarê camûs golê
Rindika Tirka Depé, rinda mine
Paytexta dîné İslamé yıldıza Estenbolê
Tu bi wê rindîya, xwe gonişê
(….)
Delal Depê pirsin bîlmeze
Lo hay êli habi reze
Bejna Ali’yê Hamêbıjî dı pırsın
Li Tirka fîdanâ miné teze
Tu ki mira bıbê herê
Bert e da bidim du gundan
Xelat mayîne xeze
Delal Depê pirsin lo hayê devê nahalê
Payîza kêrîye Surîya Bertîyan
Dadıbırın terın iskeleti Berute Şamê
Tu ki mıra bıbê herê
Bert eda bidim du gundan
Xelat mezra Davatamê
(….)
Delal Depé pirsin bilmeze
Delal dıbê êlçî kî bişînin Use Xecê
Herdê karê ezelden lo dostê Hîzolanê
Bila lı wî elçî ki bişînî dılo
Xeribo da peyaqyê Karîyanê
(…)
Delal dıbê Mistê Husê Ali Cemê
Heftê mêrî xa digirê
Dest dide ser destiye şuran
Dûza Depé da dayê şeré lo wan Zazan
Roj heya nîvro rev le xistî lo eskeré Zazan
“Ali yo hele ware min nîşandın
Derê Mileyé Musane”
Derê Mileyé Usê pîn le dixînî
Difirînî waki deré Fılane
“Aliyé Hamébıjé hela ware
Nav qîz wû bukan destgirtîya te kîjane.
(….)Bu güzel hikayeyi kaleme alan sayın Yusuf Baran Niyazi Beyi teşekkür ederiz
https://www.facebook.com/sahin.polat.9022/posts/10158551019922558
HABER: Sahin Polat
(Malî Ham Biji gilllerden Eğitimci ve Araştırmacı Yazar sayın Yusuf Baran Beyi'nin kaleminden Tırka Dêpê Aşk öyküsünün tam metnini yayınlıyoruz.)